Eski Marmara Denizi’ni kaybettik. Bir düzeyde kurtarma imkânımız var. Ama asıl büyük tehlikeyi kaçırıyoruz, Karadeniz’i de kaybetmek!
Aslında olayı o kadar iyi biliyoruz ki. Bu ülkede konuya hâkim o kadar çok bilim insanı ve kamu görevlisi var ki, zaten 2007’de yaşanan müsilaj tecrübesi var ve bir dizi projenin, bir dizi modelin çıktıları her şeyi ama her şeyi anlatıyor. Öyle ki, 2017 yılında yapılan modellemeler bunun geldiğini öngörmüş bile.
Aslında bilme sorunu yok, umursama sorunu var. O umursamayanlar da yazımızın konusu olacak.
Yine de olayı özetleyelim. Müsilajın biyolojik nedenlerini, arkasındaki kamu politikalarını, Marmara Denizi sürecini hidrobiyolog Levent Artüz çok güzel anlatıyor.
Bunları devletin bildiğini de çok iyi biliyoruz. Eski müsteşar Prof. Dr. Mustafa Öztürk’ün yazıları bakanlığın elindeki verilerin, bu verilerin işlendiği modellerin ve bunlardan elde edilen sonuçların olduğunu fazlası ile anlatıyor. Hatta Prof. Dr. Öztürk’ün 2019 sonunda Kanal İstanbul ile deniz kirliliği arasındaki ilişkiyi ortaya koyan yazısını okumanızı tavsiye ederim.
Buradaki çözümü bakanlık çalışanları da çok iyi biliyor. Cuma günü gerçekleşen ilk oturumda ortaya konulan bilgiler bir politika oluşturmak için gayet yeterliydi. Hatta sizlere sık sık ifade ettiğim beton söylemlerini bakanlıktan ve akademiden duymayı beklemediğimi itiraf edeyim.
Bunları siyasetçiler de biliyor, ama siyasetçilerin gündemi değil. İşte bu yazı konuşulmayanı konuşmak ve asıl önemlisi müsilajın arkasında olup meseleyi umursamayanları tartışmaya açmaya çalışacak.
MÜSİLAJ 101
Müsilaj, hemen hemen tüm bitkiler ve bazı mikroorganizmalar tarafından üretilen kalın, yapışkan bir madde. Marmara özelinde olan ise, bu organizmalardan denizin diğer canlıların yaşamasına izin vermeyecek kadar kirli ve sıcak olması sonrası o kiri besin olarak kullanan fitoplanktonun parçalanması ile ortaya çıkan bir salgının yayılması aslında. Artüz “Tek ve gerçek sebep, tür çeşitliliğindeki azalışa bağlı olarak, mevcut türlerin fert adetlerindeki artıştır” derken, aslında azalışın nedenini tartışarak arkasında yer alan (i) kirlilik ile tür çeşitliliğinin azalmasını, (ii) fosfor ve azot patlaması ile mevcut türlerde patlamayı ve (iii) yerel ısınma ile dengesizliğin artması gibi bir durumu özetliyor aslında. Bu üç şeyin arkasında neler olduğuna dair güçlü örnekler de sunuyor.
Aslında müsilaj meselesi bir atık meselesidir. Artüz’ün ifadesini atık üstünden açalım.
Birinci mesele kanalizasyon atığı meselesidir. “Marmara nüfusunun yüzde 99’unun kanalizasyonu var” lafının yalan olduğunu, bunun sadece atıkları toplayıp elekten geçirip (fiziksel arıtma diye deniyor, tek başına fiziksel arıtma bir hiç aslında) “derin deniz deşarjı” gibi ahlaksız bir uygulama olduğunu öğreniyoruz. Neden ahlaksız dedim? Kentin kirlerini akıntı seviyesine boşaltarak Karadeniz’e gitmesini beklemek kadar haince bir iş olabilir mi?
İkinci mesele kentsel atık meselesidir. Marmara’nın denizi, karası, havası bir çöplük aslında. 2016 tarihli çalışmalar, özellikle Marmara’nın doğu tarafında bir kilometrekarede 200 kilogramdan fazla atık bulunduğunu, İzmit körfezi, İstanbul sahili, Yalova-Bursa sahilinde bunun 500 kilograma çıktığını söylüyor. Marmara katı atık ve kanalizasyon atığı ile dolan bir çöplük aslında. Deniz dolmaya başlamış ve müsilaj sadece bize haber verme iyiliği yapmış.
Ama üçüncü bir atık daha var ki, o bardağı taşıran son damla diyebiliriz; Çanakkale boğazında kurulu termik santraller. Bu santraller binlerce metreküp deniz suyu çekip, bir kısmını buharlaştırdıktan sonra binlerce metreküpü genelde 35 ºC gibi bir sıcaklıkta denize veriyor. Bunlara diğer tesisleri de eklerseniz saatte 10 bin metreküpe yakın sıcak suyun salındığını tahmin etmek pek yanıltıcı olmayacaktır. Bu da yılda onlarca milyon metreküp sıcak suyun denize boşaltılması demek.
Yılda onlarca milyon metreküp sıcak su ile bu deniz yaşayacak?
HER İNŞAAT BİR HIRSIZLIK MIDIR? 3- DERİN DENİZ DEŞARJ!
En büyük faktöre dönersek, aslında “Derin Deniz Deşarjı” işinin büyük bir yalan, amacının insanların cebinden para çalmak ve Marmara’nın yaşamını çalmak olduğunu görüyoruz. Gerçek arıtma yapmadan (fiziksel, biyolojik ve kimyasal) sadece yalan arıtma (elekten geçirip adına fiziksel arıtma demek) boşa ve haince bir yatırım değil midir? “Abi ben hafriyatı yapayım, betonu dökeyim, sen ona göre şartname hazırla” diyen bir şartname ile atık politikası mı uygulanıyor?
İlbank’ın SUKAP, yani su kanalizasyon altyapı projeleri adlı bir programı var. Programda 31 Aralık 2020 tarihi itibariyle proje kapsamında yürütülen 1.410 adet iş için söz konusu ödenekten 4 milyar 783 milyon 661 bin TL hibe, 6 milyar 991 milyon 501 bin TL kredi olmak üzere, toplam 11 milyar 775 milyon 162 bin TL belediyelerimizin su kanalizasyon ve altyapı projeleri için tahsis edilmiş. Yani 11,8 milyar TL’nin kanalizasyon kısmı ya yarım ya da yanlış işlere gitmiş. Zaten Kamu İhale Kurumu sayfasında bolca derin deniz deşarjı ihalesi görüyorsunuz.
Bu parayı geçelim, en büyük sorun İstanbul demiştik. Hatırlar mısınız, AKP İcraatlar diye seçim öncesi kitaplar hazırlamış, biz de bunu yazarak İstanbul’a giden merkezî bütçenin yüzde 38’inin İlbank ve TOKİ üstünden sadece betona gittiğini iddia etmiştik. Bugün İstanbul’daki atık arıtma sisteminin aslında teknoloji değil beton olduğunu müsilaj ilişkisi ile gördük. Şimdi bir rakam daha verelim, o raporda İlbank’ın İstanbul’a yatırdığı para, içme suyu, kanalizasyon, altyapı dahil, sıkı durun, 41,7 Milyar TL!!
SUKAP ile 11,8 milyar TL harcanmış, 15 yılda İstanbul’a 41,7 Milyar TL harcanmış ve elde denize atık boşaltan bir sistem kalmış. Ne diyebiliriz?
MARMARA’YI KURTARMAK MÜMKÜN MÜ?
Kimi çalışmalar Marmara Denizi’ne atık bırakmayı bugün kessek “iyileşmesinin” 6-7 yıl süreceğini söylüyor. Modellemeler, kirletme yükünün yüzde 40 azaltılsa bile “iyileşme emarelerinin” 6-7 yıl sonra görülebileceğini söylüyor. Atık bırakmayı kesmek ve kirletme yükünü azaltmak tam olarak aynı şeyler değil, bunu belirtelim. Ancak söylenen şu ki, Marmara asla eski Marmara olmayacak. Dahası, buna yapılan cin fikir müdahaleler ise telafisi imkânsız riskler barındırıyor.
Özetle eski Marmara öldü, elimizde “bir” Marmara kalmasını istiyorsak 30 yılın yalanlarını çöpe atmamız gerekiyor.
ARKASINDAKİ ORGANİZE İŞLER!
Veriler, modeller, tartışmalar incelendiğinde Marmara’nın ölmesinin arkasında kimlerin olduğunu görüyoruz. Onlar aynı zamanda bugün ağızlarını açmayanlar. Listeleyelim mi?
En başta deterjan şirketleri var. Kirlenen kentlerden çıkar elde eden, halkta obsesyon yaratmaktan çıkar elde eden (Bknz: Obsesyon A.Ş.), neredeyse her 5-6 yılda üretimlerini katlayan bu şirketler denizde patlayan fosfor meselesinde sorumlular.
Gübre şirketlerini saymazsak olmaz. Denize arıtılmadan karışan idrarın toplamda payı yüzde 1 iken azot miktarında yüzde 80, fosfor miktarında ise yüzde 40 paya sahip olduğunu Prof. Dr. Ayşe Bilsen Baykal ifade ediyor. Bunu ayrıştırmamız ve sterilize edip tarımda kullanmamız durumunda en değerli gübre ihtiyacımız kalmayacak. Ama biz ne yapıyoruz? Fosfor kayası ve amonyak ithal edip asıl hammaddeyi değil, ithal hammaddeyi topraklara boca ediyoruz.
Üçüncüsü, atık sektörünün bütün oyuncuları. O kadar suçlular ki, bu ülkede dağ taş çöp oldu ve bir sistem kurmak ve işbirliği yapmak yerine rekabet ediyorlar. Bunun sonucunda atıkları yakıp havaya boşaltan EPK kasımda, atıkları şehir hastanesi gibi bir modele çeviren Çevre Ajansı aralık ayında Meclis’ten geçti.
Dördüncüsü ambalaj şirketleri, ülke plastik çöplüğüne döndü. Tamam Marmara’nın dibinde o çöpleri görmüyorsunuz ama havada bile uçuşuyor, onu da mı görmüyorsunuz?
Beşincisi petrokimya endüstrisi. Zaten Marmara’nın suyunu kullanıp kirletiyorsunuz. Zaten ürettiğiniz hammaddeler kirlilik nedeni. Ama biraz sorumluluk almayı düşünmez misiz?
Altıncısı Termikçiler. Ya siz oksijeni bol Akdeniz’den gelen suyu alıp, üçte birini buharlaştırıp sonra üçte ikisini sıcak sıcak Marmara’ya nasıl verirsiniz? Buna ÇED’de laf etmeyenleri de ekleyelim tabii ki.
Yedinci olarak altyapı müteahhitleri ve boru şirketlerini de ekleyelim mi buna? Hafriyat, beton ve boru satmaya indirgenmiş bir mühendislik, iş kültürü. Bir de siz o bölgede yaşıyorsunuz değil mi?
Sekizincisi ise çimento şirketleri. Cuma günü düzenlenen çalıştayda beton kaplı kentlerin azot kirliliğinin nasıl yağışlarla denize akıtıldığı, sahillerde yapılan beton peyzajların ısı etkisi, biyolojik geçişi engellemesi gibi konular da konuşuldu. Hatta biri çıktı ve “sahile dökülen betonlar sökülmeli” dedi. Dedi gerçekten!
Dokuzuncusu ise tabii ki buna altyapı sağlayan, aslî şartnameyi değil şirket şartnamesini işleme koyan yöneticiyi, proje yönetimini “kâğıt kürek işi” diye aşağılayanları, bu sistemi kuran politikacıları da ekleyelim. O politikacılar değil mi 90’larda ”14 milyonun çöpünden Karadeniz’e bir şey olmaz” mantığı ile çıkıp, bugün nüfusu 25 milyona çıkartıp insan yükünü ikiye, plastik ve petrol türevi deterjan tüketimini üçe belki dörde katlayan. Basit bir matematik, nüfus ikiye, kişi başına kirletici üçe katlanırsa kirletici akışı altıya katlanır ey hesap bilmeyen siyasetçiler!
Bunlar olurken bugünlerde bu organize işin parçası olanlar ağzını açıyor mu peki?
MARMARA’YI KURTARMA İLKELERİ
Çözümü konuşalım, ne yapacağız? 30 yıl evvel bilim insanlarını dikkate almayan siyaset bugün halkı da dikkate almıyor. Böyle bir denklemde işimiz zor değil mi?
Onlarla orta yolda buluşacağız diye ortalamayı bilimin ve aklın gerisine mi düşüreceğiz? Yoksa hakkımızı mı arayacağız? Aslında ortaya çıkardığımız dersleri, bunlardan yola çıkarak ilkeleri koysak sanki daha iyi olacak.
- Arıtamadığın şeyi üretmeyeceksin! Bir şey arıtılamıyorsa, o kente girişi yasaklanmalı. Bir kimyasal şirketinin, ürettiği kirleticiden dolayı sorumluluk almaması kabul edilemez. Fosfor, azot içeriği olan ürünler içeriğinden çıkartılana kadar satışı yasaklanmalı. Çünkü altyapı çözümü üretilene kadar kirletme hızı düşmeli!
- Arıtması olmayan tesisler kapatılsın, arıtmasız çalıştığı süre içinde cezaî işlem uygulansın. Hâlâ arıtması olmayan tesisler çalışıyor ve buna dokunmadan nasıl sorunu çözeceğiz?
- Şartnameler müteahhitle değil, demokratik bir kurul ile yazılmalı. Şirketlerin acil kazançları değil, doğanın ve halkın ihtiyaçları tek kriter olmalı. Bunu sağlamayan şirketler neden haksız kazanç elde etsin?
- “Derin Deniz Deşarjı” gibi, “Ön Arıtma” gibi bütün yalancı yatırımlar kapatılsın. Ergene derin deniz deşarj tesisinin ne kadar gerçek olduğu bilinmiyor. Şimdiye kadar onlarca böyle yalandan yatırım yapılmış. Bu yatırımlar sadece Marmara’ya yapılmamış. Karadeniz, Ege ve Akdeniz kıyılarında da var!
- Doğadan aldığın gibi geri ver. Düşünsenize “Karadeniz’e yollamak” gibi bir mantık olabilir mi? Ya da arıtılan ürün neden denize bırakılır? Tekrar kullanmanın yolu varken ve böylece kuraklık etkisi azaltabilecekken neden işin kolayına kaçıyoruz?
Bunlar kesen maddeler ve benim konudan anladığımız noktalar. Tabii ki başka türlü de formulize edilebilirdi. Ama bunlara bir şey eklenmeli ki, o da denetlemenin toplumsallaştırılması. Çok açık ki bu yalanlar 30 yıllık kamu sorumsuzluğu ile oldu. Kamu denetleme görevini yerine getirseydi böyle olur muydu?
KARADENİZ’İ KURTARMAK!
Eski Marmara Denizi’ni kaybettik. Bir düzeyde kurtarma imkânımız var. Ama asıl büyük tehlikeyi kaçırıyoruz, Karadeniz’i de kaybetmek! Evet bu kadar katı atık ve fosfor-azot yüklü kimyasal atığı aslında günün sonunda Karadeniz’e yolluyoruz. Karadeniz’in tek çıkış yolu Marmara. Marmara’yı kurtardığımız oranda Karadeniz’in yaşama şansı olacak. Bu yüzden bu beş ilke ve dahası Marmara Denizi’ni bir nebze kurtarmak ve de Karadeniz’i yok etmemek için zorunlu.
Çok açık ki son 30 yıldaki politikalar ile Marmara Denizi’ni kaybettik. Şimdi karar vermemiz gerekiyor. Marmara’yı tamamen kaybedelim mi, yoksa bir parçası kurtulsun mu? Karadeniz de bu politikalardan zarar görsün mü? Bunun için her gün milyonlarca metreküp kanalizasyonu denize boşaltmayı, yarım milyon metreküp sıcak suyla denizi haşlamayı, binlerce ton atığı doğaya yaymayı bırakmamız gerekiyor. Bunu yapan yalancı tesislerle bu iş olmaz. Marmara can çekişirken önümüzdeki günlerde İBB Avrupa’nın en büyük çöp yakma tesisini açarak her yıl bir milyon ton çöpün külü ve zehirli gazlarını bölgeye yayacak, kirliliği katlayacak. Daha da önemlisi, bu kirlilik yüküne Kanal İstanbul ile hem 500 bin yerleşim eklenecek, hem de derin deniz deşarjı ile kirlettiğimiz Karadeniz’in Kanal İstanbul gibi ikinci bir muslukla Marmara’ya dönmesi sorununu yaşayacağız. 2021 yılı çevre gününü müsilaj meselesinin arkasındaki siyasetçiler, deterjan şirketleri, gübre şirketleri, atık sektörü, ambalaj şirketleri, petrokimya endüstrisi, termikçiler, çimento şirketleri, altyapı müteahhitleri kutlasın. Onlar kutlasın, biz yasımıza ve derdimize bakalım.