Reklam Görüntülerine Tıklayarak Kitap Siparişi Verebilirsiniz

Ahlak-sız dindarlığın derin sebepleri

Mustafa Çağrıcı, insan için olmazsa olmaz bir yöne sahip bulunan ahlak konusunda, ilk dönem sonrası süreçte,birçok önemli âlimin dahi konuyu sal “güzellik(tahsiniyat) kalıbı içerisinde değerlendirmeye başladıklarını belirtiyor.

Ahlak-sız dindarlığın derin sebepleri

İslâmî ilimlerin teşekkül etmeye başladığı hicrî 2. yüzyıl sonlarından itibaren ulema ilimler arasında ‘ahlak’a da yer veriyordu. Başlangıçta âlimler, daha çok hadislerden oluşan müstakil ahlak kitapları yazdıkları gibi, oluşturdukları geniş hadis mecmualarında da “Kitâbu husni’l-hulk”, “Kitâbu’l-edeb”, Kitâbu’l-birr” gibi başlıklar altında ahlaka dair çok sayıdaki rivayetleri topluyorlardı.

Grek felsefî kültüründen Arapçaya yapılan ahlak çevirilerinin etkiyle Müslüman düşünürler de felsefî mahiyette ahlak kitapları yazdılar. Bu literatürden de yararlanan Mâverdî, İbn Hazm, Râgıb el-Isfahânî, Gazâlî gibi 11-12. yüzyılın ünlü âlimleri, ahlak-erdem ilişkisi, “fezâil-i Erbaa” (dört aslî erdem), “altın orta”, ahlak pedagojisi gibi bazı temel felsefî unsurları korumak ve bunları İslâmî kaynaklarla uyuşturmak suretiyle teorik ahlakı İslâmî bir form içinde sundular. Bu sayede Nasîruddîn et-Tûsî, Celaleddin ed-Devvânî, Adududdîn el-Îcî gibi âlimlerin eserleriyle geleneksel “erdem ahlakı” karakterini koruyan bir ahlak ilmi oluştu. Nitekim 17.yy Osmanlı âlimi Katip Çelebi ünlü Keşfu’z-Zunûn’da “ahlak ilmi”ni “insanî erdemler bilgisi” şeklinde tanımlar.

Fakat devam eden süreçte bu dinamik ahlâkî çizgi entelektüel, pedagojik ve pratik zeminlerde yaşatılamadı. Kanaatimce bunun asıl sebeplerinden biri, ilk başta böyle bir ayırım yokken, fıkıh ilminin teşekkül sürecinde katı bir farz-fazilet yahut vacip-mendup ayırımı yapılarak farzların / vaciplerin birkaç formel ibadetle sınırlanıp dondurulmuş olmasıdır. Nihayet iş o noktaya vardı ki, Osmanlı âlimi Kınalızâde Ali’nin 1564’te yazdığı Ahlâk-ı Alâî’den sonra Sünnî dünyada, Batı’dan çevirilerin yapıldığı modern dönemlere kadar kayda değer bir felsefî-sistematik ahlak kitabı yazılamadı. Bu durgunluğun önemli bir sebebi de ulema ekseriyetinin tükenmeyen felsefe karşıtlığının eğitim alanında ve Müslüman toplumlar üzerinde bıraktığı tesirlerdir. Ulemanın felsefe karşıtlığından, antik çağlardan beri felsefenin bir disiplini olarak insanların zihin yordukları ahlak problemleri de nasibini almış; bunun ürettiği ahlaka ilgisizlik neredeyse günümüze kadar devam etmiştir.

***

Öte yandan, epey bir zaman unutulduktan sonra Cüveyni (ö.m. 1085) ve öğrencisi Gazâli ile birlikte tekrar ulemanın gündemine giren maḳāsıd (yasa koyucunun gözettiği temel amaçlar) konusunda da ahlaka ilgi gösterilmedi ve belki de bu yüzden maḳāsıd tartışmaları hiçbir zaman toplumsal hayatta dönüştürücü sonuçlar üretmedi. Cüveynî’den 300 yıl sonra maḳāsıdı müstakil bir metodoloji haline getirdiği söylenen Endülüslü âlim Şâtıbî bile ahlaka ilgisizliği sürdürdü. Şâtıbî, geleneğe uyarak dinin genel amaçlarını önem sırasına göre “zarûriyyât (din, can, akıl, nesil ve malın korunması), hâciyyât (ihtiyaçlar), tahsîniyyât” (güzelleştiriciler) diye üçe ayırır ve tahsîniyyâtı diğer ikisinin tamamlayıcısı (tekmile) sayar. Şâtıbî’ye göre ahlakî erdemler (mekârimu’l-ahlâkile –mesela- güzel giyinmek, koku sürünmek aynı kategoriye (‘tahsîniyyât’a) girer (el-Muvâfaḳât, nşr. A. Dirâz, Beyrut, ts., IV, 31).

Bu anlatılanlardan çıkan sonuç şudur: “Mekârim-i ahlâk” zarûriyyât ve hâciyyât’tan sayılmadığına göre, ne zorunludur ne de ihtiyaçtır. O ‘tahsîniyyât’tandır; öyleyse uygulanırsa “güzel” olur. Güzel olmasının sebebi ise kendisinden değil, zarûriyyâtı oluşturan yukarıdaki beş aslı tamamlamasından dolayıdır. Ama uygulanmasa da dine ve inanca zarar vermez. Mesela -Şâtıbî’nin örneğiyle (a.g.e., IV, 32)- bir koca, eşine iyi davranırsa “güzel” olur. Ama –yukarıdaki “maḳāsıd” sistematiğine göre- kocanın eşine iyi davranması ne “zaruri”dir ne de “ihtiyaç”tır; sadece “güzel”dir. Neredeyse bütün eski ulemanın görüşü budur; özellikle de Sünnî ulemada bu düşünce mutlak hâkimdir. Medreselerdeki eğitim-öğretim de bu yönde olmuştur.

Anlatılanlara göre ahlakı ne “zaruri” ne de “hâcî” (ihtiyaç) gören, sadece tahsînî (güzelleştirici) sayan bir ulema zihniyetinin erdemli toplumlar üretmesi mümkün değildi. Geçmiş Müslüman toplumların iyi özellikleri vardı elbette. Ama bu özellikler Kur’an ve hadislerdeki ahlak mesajlarının bereketiyle oluşmuştu; fakat bu ahlak, teorik bir yapıya kavuşturulmadığı ve düzenli eğitimle desteklenmediği için her zaman buharlaşmaya yatkındı; nitekim öyle de oldu.

Velhasıl, günümüzdeki “bir umreyle, bilemediniz ekstra –ve de ultra lüks- bir hac ile bütün günahları (ya da rezillikleri) affettirme” şeklindeki ‘ahlak-sız dindarlık’ anlayışı işte buralardan geliyor.

 

Kaynak: Farklı Bakış



Anahtar Kelimeler: Ahlak- dindarlığın derin sebepleri

Uyarı! Yapmış olduğunuz yorumlar incelendikten sonra onaylanacaktır onaylandıktan sonra gözükecektir


YAZARLAR

Resimlere Tıklayarak Kitap Satın Alabilirsiniz

HABERLER