Standart İstanbul macerası Haydarpaşa Garı´na yaklaşıp bağrı yanık Anadolu´dan binbir umutla gelen yolcularını rıhtıma boşaltan vagonlu, vagonsuz trenden inen, başı kasketli, ayağı çapulalı, altı şalvar üstü yelek yurdum insanlarının derin bir nefes alıp boğaza doğru ilk efkârını gelişigüzel salmasıyla başlardı. Tam da burada, ?Seni yenecem İstanbul!´ gibi fevkalade iddialı ama yüzde yüz hesabı ödenecek olan bir slogan karşı yakaya doğru fırlatılır, ama daha boğazın ortasını bulmadan canhıraş martı ciyaklamaları eşliğinde vapurun ortasından ikiye böldüğü bol köpüklü sulara gark olurdu. Taşı toprağı altın diye bir efsaneye inanıp soluğu İstanbul´da alan yurdum insanı, çöp yığınları arasında bir müddet hamallık yapıp, bilemedin harç karıp, olmadı son binyılın müthiş icadı çimento taşıyıp, daha da olmadı demir büküp, kalıp çakıp sonra umduğunu bulamamışlığın yılgınlığı, yıkılmışlığı, ezilip örselenmişliğiyle aynı güzergâhı izleyerek gerisingeri dönerdi. Vapurdan inip Anadolu´ya çuf çuflayacak tren için bilet almadan önce, İstanbul´a ilk ayak basılan yerde şöyle bir soluklanıp hayıflanarak yeniden ve daha kederli gözlerle karşı yakaya doğru bakılır, İstanbul´u yenme projesi ilelebet Marmara´ya doğru nazlı nazlı süzülen sulara bırakılırdı.
Ta o zamanlardan İstanbul´a bırakılan bir şey daha vardı. Canla başla didinip ücret alamamak pahasına sırf bir müteahhidin, bir zenginin, bir kodamanın, bir uyanığın yararına ezeli alışkanlıkla tarla eker gibi semtlere savrulup duran betonlar? Muhtemelen bu İstanbul´u yenme projesinin bir parçasıydı ve Anadolu´dan gelip buraya yerleşme hayalleri kuran abimizin ne gibi bir sorunu varsa bir miktar daha iğfal edilmiş bir şehri terk etmenin lüzumsuz onurunu yaşardı. Çünkü bu uğraş, bayramda seyranda İstanbul´dan memlekete gelmiş gençlere sorulacak ve yanıtı tuhaf şekilde göğüs kabartacak muhabbetlerin bir gereğiydi. ?İstanbul´un neresinde oturuyorsun?´ sorusunun yanıtı her neresiyse tam da orda, ?İyi bilirim, ben çalıştım orda, beş katlı bina yaptık tepesi çatılı?´ gibi goygoylara gebe olurdu. Bugün devasa bir çöp yığınını andıran İstanbul silueti, yok yere bir intikam dürtüsüyle yenme projeleri geliştiren yurdum insanının yoğun uğraşısı neticesinde oluşturulmuştu.
Nihayet asırlara direnen İstanbul´un yenilmiş olduğunu gördük. Hırslara yenilmişti. Muktedirlerin doymak bilmez iştihasına, kitleleri sömürüp birkaç kişinin refahını önceleyen ranta; haksız, hukuksuz, adaletsiz paylaşıma yenilmişti. Kimselere yar olmayıp kendisiyle bütünleşenleri bağrına basıp, kendisiyle gayrimeşru bir hesabı olanları gerisingeri püskürtmeyi başaran şehir, aşka gelip tüm variyetine sahip olmaya kalkanlara karşı hiçbir şey yapamamıştı. Güya zamanın gergef işlediği Yeditepe artık doksanüçte patlayan Hekimbaşı çöplüğünü aratmayacak denli devasa çöp yığınlarını andırıyordu. Bu gerçeği bir devlet yetkilisi; ?Biz bu şehrin kıymetini bilmedik, biz bu şehre ihanet ettik, hâlâ da ihanet ediyoruz, ben de bundan sorumluyum?? diyerek son derece sorumsuz davrandığını itiraf ediyor, karşılığında kadrolu şakşakçılarından alkışlar ediniyordu.
Tüm romantik aşk hikâyelerinin gelip dayanacağı yerin tam da burası olduğu baştan belliydi. İstanbul, aşk, ızdırap, ihanet söylemlerinin ta evveline itilip belli yaş altındakilerin bilmediği, ama nedense daha fazla yaşamışların çok iyi bildiği çöplük hikâyelerine dönmüş oldu. Geçmişin İstanbul´u hep çöp yığınları arasında, efsanevi Haliç kokusuna bulanmış, sağda solda insanların bilumum ihtiyaçlar için kuyruklar oluşturduğu bir şehir olarak hayal edilegeldi. Sultan II. Mehmet at üstünde İstanbul´a duhul eylediğinde kentin kahir ekseriyetini oluşturan Rumlardan kalma çöp yığınlarıyla karşılaşıp, ?Ya arkadaş, biz burayı niye aldık ki´ deyu sitayiş eyleyip, Barbaros Şansal´ın Türkiye için söylediği ünlemi kullanarak gerisingeri dönmek istemiş midir bilinmez ama İstanbul´un bize gelişi böyleydi.
Doğrusu işgale uğramış bir İstanbul bundan daha fena görünmezdi. Her defasında yeni bir aşkla bir kentin variyetini sömürmeye koyulanlar, çoktan ölü bir beton yığınına çevrilmiş İstanbul´u salt kendilerine mal etme uğraşındalar. Şu zamandan sonra yenmek bahsi çoktan unutulmuş; ?Ya benimsin ya kara toprağın!´ anlayışı yol tutulmuştur.