Bizler, Müslümanlar olarak, siyasete/bilgiye/felsefeye alan bırakmayan; sezgisel algılama yöntemlerini ve apolotik bir kültürü kurumsallaştırarak meşrulaştıran bir geleneği sürdürdüğümüz, sahiplendiğimiz, savunduğumuz için, Batı uygarlığının şovenist niteliğini, modernliğin ırkçı özelliğini, tahakküm aracı haline getirilen sömürgeci aklın patolojilerini teşhis etmekte, bunlarla ilgili eleştirel bir hassasiyet geliştirmekte çok geç kaldık. Sözünü ettiğimiz gelenek sebebiyle, dünya değişirken değişimi görememek, bu değişimi anlayabilmek için yeni çerçeveler, açıklama, çözümleme, inşa biçimlerine ihtiyaç duymamak gibi anlaşılması mümkün olmayan bir yola girdik. Değişen dünyayı anlamak, bu doğrultuda yeni bir bağlama geçmek için, yeni bir bilinç ve yeni bir ufuk gerekiyordu ancak bu yapılamadı. Her tür yeniliği şüphe ile karşılayan bir zihniyet sebebiyle, İslami bünyeyi eski yaklaşımların dünyasına hapsettik.
Batı uygarlığı, Batı felsefesinin ideolojik iktidarını söylemsel silahlarla, ideolojik anlamda evrenselleştirdi. Batı felsefesinin evrenselleştirildiği, evrenselleştirilebildiği dönemlerde İslam felsefesi iktidar bir yana, toplumsal/kurumsal bir işleve ve meşruiyete bile sahip bulunmuyordu. Akıl yoluyla bilmenin yerini sezgisel açıklamanın alışı, siyaset algısının ve bilincinin işlevini yitirmesiyle birlikte, bundan doğan boşluğun işraki/mistik/batıni akımlar tarafından doldurulması, İslam toplumlarını apolitik bir duyarsızlığa ve ufuksuzluğa mahkûm etti.
Siyasal modernite meşruiyetini Fransız Devrimi´nden alıyor. Bizler, apolitik bir duyarsızlıkla malûl bulunduğumuz için, bugün, Fransız Devrimi´nin siyasal dilini, kavramlarını, yapılarını kullanmaya devam edebiliyoruz. Bu dilin eskidiğini, kullanılamaz hale geldiğini, tedavülden kaldırılması gerektiğini tartışmaya bile açamıyoruz. Uygarlaştırma misyonu dili ile Hıristiyanlaştırma misyonu arasında yakın bir ilişki olduğunu halen anlayabilmiş değiliz. İslam´a nisbet ettiğimiz tarihsel geleneği eleştirel anlamda değerlendirebilecek bir düşünce ve tarih perspektifine sahip olmadığımız için, apolitik bir toplum ve kültürün, yönetimlerin zorbalıklarına muhalefet edilmemesi yönünde bir yorum oluşturduklarını, yönetimlerin zor kullanmak suretiyle ele geçirilebileceğine ilişkin fetvalar verebildiklerini (İbn Cemaa-Mısır-1333), sessizlikle karşılıyor, bu fetvaların günümüzdeki yansımaları etrafında hiçbir çözümleyici çalışma yapmıyoruz. İslam dünyası toplumlarına arız olan askeri darbeler olgusu, bu noktayı dikkate alarak, farklı bir çözümlemeye tabi tutulabilir.
İslami dünya görüşünün, bilginin, bilincin, siyasetin işlevsiz/göreli hale getirildiği, sahte mutlakların hükümranlığının tartışılmaz kılındığı günümüzde, ruhani seçkinlerin/şeyhlerin otoritelerinin mutlak sayılması İslami değerlendirme bekleyen bir başka konudur. İslam dünyası toplumlarında gelenek, halen, İslami anlamda doğrulanamayan, doğrulanması mümkün olmayan temelsiz meşruluklardan oluşuyor. Bu temelsiz ?meşruluklar´ın, içi boşaltılmış, işlevsiz kılınmış, otoritesi elinden alınmış İslami mutlaklarla ilgili hiçbir hassasiyeti, kaygısı ve sorumluluğu olmadığı için, hayatlarımızı sahte mutlaklar lehinde tavizler vererek sürdürüyoruz. Bir toplumun kendisini iftiharla nisbet ettiği gelenekler tarafından düşüncesizleştirmesi o toplumun zihinsel ölümüne işaret eder. Aklını, düşünme ve muhakeme yetisini kullanmayan toplumların ve kültürlerin bağımlı hale getirilmelerinden daha kolay bir şey olmaz. Aklımızı, düşünme ve muhakeme yetimizi gereği gibi kullanabiliyor olsaydık, hiçbir felsefi, ideolojik ya da siyasal diktatörlüğe boyun eğmeyecek, bağımsızlığın asaletini ve onurunu yaşıyor olacaktık. Hangi alanda olursa olsun bağımlılıklar hayatı bütünüyle yoksullaştırır, zorlaştırır, çölleştirir. Güçsüzlük her zaman bağımlılıklarla, güçlülük de her zaman bağımsızlıklarla ilgilidir. Bağımlılıklar bilincin varoluşuna hayat hakkı tanımazlar. Bilinç, bizlere sınırlarımızın ve gerçeklerin farkına varma hassasiyeti kazandırır. Hamaset bireyleri ve toplumları duygusal körlüğe sürükler.
Geleneksel ya da modern konformizme-statükoya kapanmak, risk alma cesaretine/şecaatine sahip olmamaktan kaynaklanır. Tek ufka ve tek boyuta kapanmak entelektüel mahrumiyet sebebidir. Yerleşik kategoriler içerisine sıkıştırılmış birörnek hayatlar ve basmakalıp düşünceler için bir çıkış yolu yoktur. Hepimiz için çıkış yolu, derin ve yoğun bir içsellik ve içtenlikle çalışmak/üretmek, bilincine vararak algılamak, düşünmek, yazmak ve yaşamakla mümkün olabilir. Yazdıklarımızla hayatımızın bütün boyutları arasında ilkesel/ahlaki bir bütünlük olmalıdır. Kendimizi olduğumuzdan daha değerli ya da olduğumuzdan daha değersiz göstermeye çalışmamalı, kendimizi inkara tevessül etmemeliyiz. Büyük ufku, büyük sorumlulukları ve büyük fedakarlıkları üstlenmek bilinç yoluyla mümkün olabilir. Bilincimiz büyüdükçe ideallerimiz ve heyecanlarımız da aynı ölçü de büyüyecektir.
İslami düşünce hayatının, entelektüel ve kültürel anlamda, radikal bir gündeme ihtiyacı olduğu kaydedilmesi gereken çok önemli bir konudur. Gündemimiz, hegemonik tahayyülleri aşarak, İslami tahayyülleri gerçeğe dönüştürecek bir program üzerinde çalışmak olmalı. Böyle bir çalışma, sistemle ilgili belirleyici, tayin edici paradigmalarla hesaplaşmayı zorunlu kılar. İslami düşünce/kültür/ilahiyat hayatının şimdiye kadar, yapısal belirleyicilerle ilgili sistematik eleştirel bir çözümleme yapmadığını biliyoruz. Gerçek böyleyken, kapitalizmin, kapitalist kültürün, liberalizmin ve liberal hayat tarzının ve siyasal ilişkilerin küreselleştiği bir dönemde, içerisinde bulunduğumuz tarihsel dönemin temel süreçlerini görerek, çok boyutlu eleştirel perspektifler ve toplumsal analizler yapmamız gerekirken, ?yerli´ ve ?milli´ gibi klişeler etrafında gerçekleştirilmek istenilen yoğunlaşmalar yanıltıcı sonuçlar verebilir.