Şükrü Hüseyinoğlu’nun sorularını yanıtlayan Özcan, planın tam anlamıyla bir dönem Güney Afrika’daki ırkçı beyaz azınlık rejiminin ülkenin asli sahipleri olan siyahiler için öngördüğü ve Edward Said’in “Bantustan” olarak nitelediği teslimiyet şartlarına denk geldiğini ifade ediyor ve ekliyor: “Dolayısıyla buraya bir devlet, hatta devletçik demek asla mümkün değil. Devlet altı bir yapı haline getiriliyor. Özerklikten dahi epeyce geride.”
İşte o söyleşi:
Şükrü Hüseyinoğlu: “Yüzyılın Anlaşması” gibi iddialı bir isimle pazarlanmaya çalışılan, geçtiğimiz yıl Ürdün’de düzenlenen toplantıda olduğu gibi belli bir süre PR çalışması da yapılan Amerikan planı nihayet dünya kamuoyuna açıklandı, D.Trump-B.Netanyahu ikilisi tarafından…
Mustafa Özcan: Adı anlaşma fakat ortada anlaşma tarafları yok, dikte eden taraf var. Dolayısıyla bir anlaşma zaten söz konusu değil, sadece isimlendirmesi o şekilde.
Evet tamamen o şekilde. “İsviçre peyniri” misali “Filistin haritası”nı gördüğünüzde ve diğer maddelere baktığınızda ilk elde nasıl bir değerlendirme yaptınız?
Bizim açımızdan baktığımız zaman, kellem yekûn, yani olmamış varsayılması gereken bir durum. Öbür taraf açısından baktığımız zaman ise, “yüzyılın anlaşması” iddiası dağ fare doğurmuş oldu. Yani onların azami olarak gördükleri şey, Filistinlilerin en asgari taleplerini bile karşılamaktan çok uzak. Karşılamadığı için de biliyorsunuz Mahmud Abbas dahil tüm Filistinli taraflar bu planı reddettiler. Hatta Said Erekat’ın bir ifadesi var bununla ilgili, diyor ki; “Bu plan bize Edward Said’in ‘Bantustan’ tabirini hatırlattı.” Aslında Edward Said bu tabiri Arafat ve arkadaşları için kullanıyor. Şimdi Arafat’ın arkadaşları da herhalde kendileri için kullanıyorlar. Yani enteresan bir şey gelinen nokta, Said Erekat burada referans olarak Edward Said’in sözlerini vermiş oluyor.
Bantustan tabiri ile neyi kastediyordu Edward Said?
Bantustan tabiri, Güney Afrika’daki ırkçı beyaz azınlık rejimi sırasında uygulanan bir modele atıftır. Bantustan diye, orada Güney Afrika sınırları içinde yer alan, tâbi, edilgen, işbirlikçi bir siyah idareyi veya siyahlardan oluşan bir bölgeyi ifade ediyor, anlatıyor. İtalya’da San Marino, yani şehir devletçileri var biliyorsunuz, Monaco gibi şehir devletçikleri var Avrupa’da. Bu şehir devletçikleriyle burayı kıyaslamak da mümkün değil, Bantustan’ı, neden? Çünkü şehir devletleri, ister Vatikan olsun, ister San Marino olsun, ister Monaco olsun onlar o devletlerle bütünleşmişler, hiçbir problemleri yok, ha İtalya’dasın, ha oradasın, yani karşılıklı husumet filan yok. Burada ise tam tersine işbirlikçi bir rejim, yani beyazlara hizmet eden…
Onları ve işgallerini meşrulaştıran…
Onları meşrulaştıran, zulümlerini meşrulaştıran bir mekanizma. Burada da Mahmud Abbas, hatta Arafat yönetiminde böyle oldu. Bu “Bantustan rejimi”nin en önemli özelliklerinden bir tanesi. 2004 yılından itibaren, yani Mahmud Abbas iktidara geldikten sonra, dahası 1994’te Arafat ve arkadaşlarının Filistin topraklarına, Gazze’ye, Batı Şeria’ya dönmelerinden itibaren oluşan “taşeron” bir yapı var, yani İsrail’e hizmet eden. Hatta bu taşeron ifadesini ilk kullanan Rabin olmuştur, Arafat’la 93’te Oslo Anlaşması’nı imzalayan Rabin bu tabiri kullanmıştır.
Nasıl bir bağlamda kullanıyor?
Şu: Arafat bize hizmet edecek, bizim taşeronumuz, yani siyasi taşeronumuz olacak. Yani İsrail kendi eliyle değil maşayla, yani ateşi maşayla tutacak. Arafat da buna hizmet etti. Hakikaten 94’ten sonra, ki 93 anlaşma, 94 geriye dönüş, yani Tunus’tan geri döndüler Oslo süreciyle birlikte. Ondan sonra hakikaten bu anlaşma rafa kaldırıldı, uygulanmadı. Neden? 98-99’da aslında Filistin meselesine temel-ana bir yeri olan Kudüs’ün statüsü görüşülecek ve halledilecekti. Fakat 95 yılında Rabin öldürüldükten sonra rafa kaldırıldı. Biliyorsunuz 96’da seçimler oldu, seçimleri Netanyahu kazandı, 3 yıl iktidarda kaldı. Sonra 99’da Ehud Barak iktidara geldi, sonra İkinci İntifada başladı ve sonra iktidara Şaron geldi. Şaron, Oslo Anlaşması’nı tamamen iptal etti. Şimdi Oslo Anlaşması’nı gündeme getiren Filistinliler, İsrail değil.
Evet, enteresan o da…
İsrail açısından bitmiş bir anlaşma, yani hiç böyle içeriği olmayan bir metin. Bu “Yüzyılın Anlaşması” nedir? Yüzyılın Anlaşması, aslında Mısır cunta lideri olan Sisi’nin kullandığı bir ifade. Bu ifade Jared Kushner ve Trump tarafından ödünç alınarak böyle bir taslakla dünyaya, Filistinlilere dikte edilen bir plan.
Peki, neler vadediyor, yani bu taslağın içinde ne var? Biliyorsunuz 1947 yılında Taksim Anlaşması vardı. Bu Taksim Anlaşması’na göre İsrail’e bırakılan topraklar yüzde 53, Filistinlilere bırakılan topraklar yüzde 47. Bugün baktığımız zaman bu topraklar yüzde 15’e kadar inmiş durumda. Halbuki 5 Haziran 1967’de İsrail’in işgal ettiği ikinci kademede, yani 67 savaşında, Altı Gün Savaşları’nda işgal etmiş olduğu yerleri, toprakların yüzde 22’si Filistinlilere devrediliyordu, geriye veriliyordu. Yani daha önceki anlaşmalar, Oslo Anlaşması vesaire yüzde 22’lik bir toprak parçasına tekabül ediyordu en azından. Fakat yeni yerleşim merkezleriyle, bölgeleriyle birlikte Filistin içeriden sürekli olarak kemirildi, yutuldu. Dolayısıyla bugün baktığımız zaman yüzde 15’lik bir dilim görüyoruz. Bu dilimde kara, hava, deniz, bütün temas hatları İsrail’in sınırları içinde.
Tüneller, köprüler vesaire…
Yani dış dünyayla teması İsrail üzerinden temin ediliyor. Gazze’de bile öyle, yani Hamas ne oluyor, bir şekilde silahlardan arındırılacak, sonra Gazze Şeridi İsrail’in ablukası altında olacak, yani denizden, Gazze’den çıkmak ancak İsrail’in izniyle mümkün. Havadan çıkmak isterseniz ancak İsrail’in izniyle, İsrail’in kontrolüyle, dolayısıyla Filistin Devleti diye bir şey yok. “Filistin Devleti” silahsız olacak. İkincisi; kara, hava, deniz bütün sınırları İsrail’in içinde kalacak. Dolayısıyla buraya bir devlet, hatta devletçik demek asla mümkün değil. Devlet altı bir yapı haline getiriliyor. Özerklikten dahi epeyce geride.
Tam olarak bir “Bantustan rejimi” dayatılıyor kısacası…
Evet, işbirlikçi taşeron bir rejim. Bu işbirlikçi rejim de kısmi özerklik statüsünde bir rejimdir diyebiliriz. Dolayısıyla 1979’da Camp David Anlaşması ile bile öngörülenin çok altında. Yani daha önce yapılan bütün anlaşmalarda, işte uluslararası anlaşmalarda veya Birleşmiş Milletler’de alınan kararlarda öngörülenin çok gerisinde bir şey, yani devlet altı bir aşamaya düşürülmüş durumda. Ondan dolayı hiç kimse tarafından tasvip edilmedi. Fakat Müslümanların geldikleri nokta, Arapların geldikleri nokta çok yeni bir nokta olduğundan dolayı bir vesile şunu söyleyeyim: Osmanlı’nın yıkılmasından sonra Müslümanlar en dip noktayı gördüler. Ondan dolayı Filistin meselesine ne Arap canibinden bir destek var, ne de İslam dünyasından hatırı sayılır bir destek var. Ondan dolayı Filistinliler kendi hallerinde ve Filistinliler de parçalanmış durumda. Bir tarafta Gazze’de biliyorsunuz Hamas var, İslami Cihad var, diğerleri var. Ramallah’da da işbirlikçi bir rejim var, onlar birbirlerini de tanımıyorlar. Bundan dolayı Filistin meselesi tarihteki en dar alanına hapsolmuş durumda.
Dolayısıyla bu da karşı tarafı cesaretlendiriyor. Böyle bir planı dayatma imkanı sağlıyor.
Maalesef öylen. Biliyorsunuz İslami açıdan üç kutsal mekan vardır; Mekke, Medine ve Kudüs. Kudüs bugün İsraillilerin egemenliği altında ve ümmetin aslında aynası Filistin meselesi veya Mescid-i Aksa meselesi.
Kudüs’süz bir Filistin olur mu, Filistinlilere böyle bir şey kabul ettirilebilir mi?
Kudüs’süz bir Filistin tabii ki olmaz. Aksa meselesine gelelim. Planın en odak konularından biri, Kudüs ve Mescid-i Aksa. Neydi daha önceki bütün atıflar? İki devletli bir yapı, Kudüs Filistinlilerin başkenti. Kudüs derken, Doğu Kudüs. Bu yüzyılın planında ise Kudüs, İsrail’in birleşik başkenti olarak ifade ediliyor. Birleşik Kudüs. Bu ne demek? Doğusu da, batısı da İsrail’in tekeli altında. Mescid-i Aksa’nın statüsü İsrail’in hükümranlığında, egemenliği altında kalacak. Orada Filistinlilere tanınan şey, sadece manevi bir serbestiyet var, Filistinliler Mescid-i Aksa’da serbest olarak ibadet edebilirler, hatta azınlıklar ifadesi kullanılıyor. Dolayısıyla Filistinliler burada azınlık olarak ifade ediliyor. Sadece burada Filistinlilere verilen hak ibadet etme hakkı. Bu da İsrail’in kontrolü altında, izni altında… Doğu Kudüs, Mescid-i Aksa, İsrail’in siyasi hükümranlığı-egemenliği altında kalacak. Yani İsrail gelecekte zamanın olgunlaştığını gördüğünde Mescid-i Aksa’yı da yıkabilir. Sonuç itibariyle maddi olarak, Filistinliler onu onayladığı zaman Mescid-i Aksa’dan siyasi olarak, hukuki olarak feragat etmiş oluyor, sadece ibadet hakkı tanınıyor. İbadete de İsrail izin verirse verir, vermezse vermez; dolayısıyla böyle bir şey, en tehlikeli maddelerden bir tanesi de bu, yani her şeyiyle tehlike.
Tamamen Filistin meselesini gömen, Mescid-i Aksa’yı bütün kutsal mekanlarıyla İsrail’e teslim eden anlaşma bu. Anlaşma değil bu tek yanlı deklarasyon. Ondan dolayı hiçbir şeye benzemiyor, sadece Balfour dedikleri deklarasyona benziyor. Neydi Balfour? 1917 yılında İngiliz Dışişleri Bakanı Balfour, Yahudi asıllı bir adam, İngiltere Kraliçesi adına Yahudi zenginlere, Rothschildlere vesaire bir mektup, name gönderiyor. Namede Filistin’i “İsrail’in milli yurdu” olarak onlara vadediyor. O gün de baktığımız zaman bu anlaşmada Filistinliler var mı? Yok. Kim kime taahhütte bulunuyor? Trump taahhütte bulunuyor. Kiminle birlikte? Damadıyla birlikte. Kime taahhütte bulunuyor? Netanyahu’ya. Dolayısıyla Rothschild gitmiş, Netanyahu gelmiş. Balfour gitmiş, Trump gelmiş. Dolayısıyla bu tek yanlı bir deklarasyon, beyanname tamamen. Dediğim gibi Filistinlilerin yurdu bu plan çerçevesinde İsrail’e bırakılıyor; işin muhtevası bu.
Baktığımız zaman böyle bir planın pratikte uygulanması mümkün değil. Çünkü Mahmud Abbas ve Arap Birliği bile buna karşı durmak zorunda kaldı, kamuoylarını da gözeterek. Dolayısıyla şöyle bir şey çağrıştırıyor; ölümü gösterip sıtmaya razı etmek. Ne dersiniz?
Aynen öyle. Mahmud Abbas’ın veya Arafat’ın ardıllarının, haleflerinin heyecanları pörsümüş durumda, ruhları sönmüş durumda. Onlar her türlü işbirliğine yanaşırlar. Mesela ne gibi? Şimdi Arap Birliği toplantısında Mahmud Abbas, biz İsrail’le güvenlik anlaşmasını iptal ettik dedi, kendi kabinesinin önünde devam dedi, yani düşünüyoruz dedi. Dolayısıyla dediğimiz gibi, Filistin’den bahsettiğimiz zaman iki yapılı bir Filistin var; bir Arafat ve arkadaşlarının Oslo’dan sonra 25 yıllık süreç sonrasında ruhları çekilmiş, kadavra haline gelmiş…
Filistin diye bir davaları kalmamış yani…
Kalmamış evet. İsrail’in vergi iadelerine, ABD’nin zaman zaman yaptığı yardımlara el açan bir yönetim. İşte 50 milyar dolarlık biliyorsunuz işin bir de maddi kısmı var. Ha onun hepsini Filistinlilere verecek değiller, sadece koklatıyorlar. Ne var ki siz dört yıl içinde dediklerimizi yaparsanız, tam teslimiyet bayrağını çekerseniz işte 50 milyar dolardan payınızı alabilirsiniz diyorlar. Dolayısıyla Filistinlileri temsil eden ikili yapıdan bir tanesi, Mahmud Abbas’ın temsil ettiği yapı geldikleri noktada teslimiyet bayrağını çekmişler.
Ehud Olmert’le bir buluşmaları ve açıklamaları oldu Washington’da…
Olmert diyor ki; Mahmud Abbas’a dokunmayın, yerine daha sağlamını, iyisini bulamazsınız diyor. Eski başbakanlardan bir tanesi. Mahmud Abbas’ı da en iyi tanıyanlardan bir tanesi, birlikte çalışmış neticede. Bundan dolayı da Mahmud Abbas’ın şimdilik İsrail’in çıkarlarına hizmet ettiğini, Rabin’in ifadesiyle taşeron olduğunu tekrar deklare eden bir ifade kullandı. Maalesef Mahmud Abbas’ın ve onunla birlikte olanların geldiği nokta bu. Yani müzakere süreçleri teslimiyet sürecine dönmüş durumda.
Peki yeni bir intifada potansiyeli görüyor musunuz Mustafa Bey? Hamas, İslami Cihad vesaire planı tamamen reddediyor, bunun Filistin davasının tasfiyesi olduğunu görüyorlar, karşı çıkacaklarını söylüyorlar…
2005 yılından itibaren sürekli olarak intifada gündeme geldi. Ben ne demiştim? Filistin’de şimdi ikili bir yapı var demiştim. Birisi İsrail’e teslim olmuş, Ramallah. İkincisi de Gazze, işte Hamas, İslami Cihad. Hamas ise çok çeperli bir kuşatma altında, yani bu sadece İsrail’den ibaret değil, işte Mısır var, hemen hemen bütün Arap rejimleri Hamas’a karşı değil mi? Amerikalılar karşı, bütün dünya karşı. Dolayısıyla onların da çok fazla kıpırdayacak halleri yok. Zaten İsrail’le doğrudan karşılaşacak bir konumları yok, yani yalıtılmış bir sınırları var. Zaman zaman bu sınırlar arasında, yani Gazze ile kuzeyinde İsrail’in işgali altında olan topraklar arasında gerilimler oluyor, fakat yalıtılmış durumda.
Batı Şeria’daki potansiyel üzerinden…
Evet, oradan zaman zaman karşı duruşlar oluyor, fakat çok da fazla etkili olamıyor. 1948 topraklarında da 1 milyon-1 milyon 200 bin civarında bir Filistinli var, bunlar da zaman zaman İntifada’ya katılabilirler. Raid Salah’ı son günlerde tekrar biliyorsunuz içeri aldılar. Ondan dolayı bir liderlik sıkıntısı çekiyorlar. Dolayısıyla Batı Şeria kalıyor sadece dediğiniz gibi. Ama Batı Şeria’da da Mahmud Abbas yönetimi zahirde dikleniyor görünüyor, batında ise Ehud Olmert’in söylediği gibi onların gündemini icra ediyor.
Olabilir tabii, ileride tabi yapılardan bağımsız olarak halk kendini gösterebilir, o ihtimal her zaman var, ama giderek dediğimiz gibi kuşatılmışlık hali daha da muhkem hale geliyor. İstihbaratı, şusu-busu, yani Filistinliler sadece İsrail istihbaratıyla değil biliyorsunuz aynı zamanda bu işbirlikçi rejim, yani güvenlik işbirliğinin uygulayıcısı olan Filistin polisiyle, istihbaratıyla da karşı karşıya.
Adamlar potansiyel tehlike olarak gördüklerini derdest ediyorlar; ya kendileri tutukluyorlar, ya İsrail’e veriyorlar. Dolayısıyla kolay değil, yani durumları kolay değil. Ama bir gün yeniden bir silkelenme olabilir, bu da ihtimal dışı değil.
İnşallah, umudumuz o… Peki, İslam dünyasını, İslam dünyasının sokağını göz önünde bulundurursak, netice itibariyle rejimler bazında çok ciddi anlamda Amerika ve İsrail’in istediği bir durum var şu an. Fakat neticede İslam dünyası sokağı diye bir şey var. Bu konuda yani Filistin meselesi üzerinden bir çıkış bekliyor musunuz İslam dünyasından, yeniden ciddi bir itiraz? Şu anda olmayan, sönmüş durumda olan, ama bir potansiyel olarak mümkün müdür?
Arap Baharı patlak verdiği zaman zayıf noktası olarak liderliği gösterilmişti, yani Arap dünyasında evet halklar ortaya çıktı, ama liderlik yok. Liderlik olmayınca da o zaman hedefe ulaşamıyorsunuz tam olarak. Halk evet rahatsızlığını ortaya koyuyor, bu bir intifada, halk intifadası veya halk kalkışması. Ama sonuç itibariyle bunu organize edecek bir siyasi liderliğe de ihtiyaç var. Organize olduğu zaman hedefine de ulaşabilir. Burada işte Müslüman Kardeşler, şu-bu vesaire organize olan güçler Mısır’da, başka yerlerde kısmen başarılı oldular, fakat karşıt güçler bunları da yıktılar sonuç itibariyle. Bundan dolayı şöyle bir ifade var: Bir suda iki defa yıkanılmaz diye. Bunu şuna bağlıyorlar: Halk kendinden beklenmeyen mucizevi bir çıkış yaptı. Fakat sonuç itibariyle bu geri tepki. Kendisini toplayıp da tekrar ikinci bir halkada intifada veya ayaklanma gerçekleşmesi biraz zor diyorlar. Olmaz anlamına gelmez bu, ama zor.
Fakat şu var: Şartların zorlamasıyla birlikte halk yeniden dediğimiz gibi bir çıkış yapabilir. Çıkış yaptığı zaman da burada eksik nokta da tamamlanırsa, o eksik nokta nedir? Liderlik, siyasi liderlik. Siyasi liderlik ortaya çıktığı zaman o zaman bu halk hareketleri başarıya ulaşabilir, hedefine varabilir, inşallah böyle olur. Çünkü İslam dünyası çok sıkışıklık hali, sıkıştırılmışlık hali yaşıyor. Bu tazyik mutlaka yeni bir patlamaya yol açacaktır. İşte burada temennimiz; 2011’deki gibi olmaması, yani önünde siyasi bir liderliğin de tebarüz etmesi, şekillenmesi. Bu bölgede yeniden bir İntifada’yı mümkün görüyorum. Muhammed Muhtar Şankiti, Katar’da yaşayan Moritanyalı bir Müslüman, bir-iki yıl öncesinde yeni bir İntifada, yeni bir halk hareketi olabilir diyordu, hakikaten oldu. İşte baktığımız zaman Cezayir’de oldu Şubat 2019 tarihinde, beklenmedik bir çıkış oldu. Gerçi o da manipüle edildi, tam olarak hedefine ulaşmadı doğrusunu söylemek lazımsa. Yeni Cezayir rejimi baştan beri Suriye rejimini destekliyordu, şimdi Arap Birliği’ne Suriye rejiminin geri dönebilmesi için inisiyatif alıyor yeni Cezayir rejimi. O da gösteriyor ki, Cezayir rejimi hala eski noktasında.