Sait Alioğlu Analiz etti...
2011’de yazdığımız bir yazıda(*) “Ak Parti Neden Üst Üste İktidar Oluyor?” diye bir soru sormuştuk. Konu ile ilgili epey bir şeyler söyledikten sonra, sonuç bağlamında şu ifadeyi de kullanmıştı: “Dipten gelen dalgalar sonucu iktidarı ele alan kadrolar ve o kadrolara dönük olan kitleler ‘iktidar sarhoşluğu’ içerisinde muhafazakârlaşıp, devrimci ve değişimci, dönüşümcü özelliklerini büyük oranda yitirdiklerinde aynı akıbetle yüz yüze kalacaklardır.“
Bu ne demekti,“Dipten gelen dalgalar sonucu…” herhangi bir parti seçimleri kazanıp iktidara geldiğinde, büyük bir olasılıkla, bundan, yani ‘iktidara gelme’ dönemi için, önceki iktidarların iktidarda muktedir olmayıp, halkın isteklerini büyük oranda karşıladıkları ya da hiç mi hiç karşılayamadıkları için ya tamamen iktidarı kaybeder, ya da kaybedecek bir noktaya evrilirdi. Tabii ki bizim birçok çevrenin arzuladığı gibi AK Parti’nin bundan sonra gireceği seçimleri kaybetmesine bağlı olarak iktidardan düşmesini arzulamak değil, bilakis Kemalist oligarşinin, -dönemi açısından- çok azgınlaştığı ve aynı zamanda da azgınlaşmasına koşut olarak yıprandığı bir dönem olan 90’ların sonunda halkın ‘bitimsiz’ umuduna binaen iktidara geldiği gibi, iktidarda kalması ve umutları tekrardan yeşertmesi idi…
AK Parti bunda ne kadar başarılı olurdu; bunu elbette Allah© bilirdi, ama yirmi yıla yaklaşan iktidar deneyiminde, özellikle de otoriterleşmenin de miladı sayılması gerek 2010’dan buyana, bu umut doğal yollardan değil, bilakis kendini AK Parti’nin, ‘mevcutları iyi değerlendirme’ siyaseti üzerinden yürümekte ve yürütülmektedir. İşin doğal olmadığı artık apaçık kendini göstermektedir. Ki AK Parti diyelim ki ‘mevcutları iyi değerlendirdi ve iktidarda kaldı, tamam bunu anladık, ama iktidardan düştü, onun yerine yeni partilerden herhangi bir tek başına iktidar olabilecek miydi? Şimdilik bu biraz zor görünüyor. Onun yerine, AK Parti selefi olan iki parti ile birlikte hükümet kuracaktı ki bu da onların beyanlarından ve alacakları oy oranının azlığından anlıyoruz ki hiç mümkün olmayacak…
Onun yerine geriye ne kalıyordu? Büyük bir ihtimalle “hikmet-i hükümet” esprisine bağlı olarak, iktidar olmaya yakın bilumun milliyetçi, ulusalcı, Kemalist ulusalcı, Kemalist solcu, ‘sosyalist’ liberal vb. ne kadar ‘yakın’ parti varsa, hatta ‘millici’ partimizi de içerisine alacak kadar geniş bir yelpaze içerisinde bir hükümet oluşturulacaktı. Başarılı olunur muydu? Bu partilerin en önde gelenlerinin genel başkanlarının, geçmişe ve geçmişte kalmış liderlerinin aksine, görece de olsa ‘iyi bir performans’ ortaya koyduklarını bir an var sayalım (Kılıçdaroğlu vb.) ama kendi ‘İttihatcı’ Kemalist geleneklerinin yaşaması, yaşatılması uğruna adeta Hacivat'in "yıktın perdeyi eyledin viran, varayım sahibine haber edeyim heman" şeklindeki oynanan oyunun kapanış repliğine uygunluk içerisinde düşünce ve hareketle arz-ı endam ettikten sonra, AK Parti’ye rahmet okutacaktı.
Bu durumda yeni partileri de işin içerisine dahil ettiğimizde, bu partilerin epey zamandır ‘iktidar yüzü görememeleri’nden kaynaklandığı hissedilen ‘sözde’ “hep birlikte hareket etme ve sözüm ona’ AK Parti’yi al aşağı etme düşüncesi Türkiye’yi belki de Lübnanlaştırabilirdi. Bu en son ve belki de hiç olmayacak bir ihtimaldi, ama diri durmada ve teyakkuzda olmada fayda vardı.
Kim böyle bir durumu kabul eder veya kabul edebilirdi; millet mi, yoksa ‘hikmet-i hükümeti’ önceleyecek olan devletin kendisi mi? Hangisi? Ki bu durumu Türkiye’nin jeopolitik ve jeostratejik konumu kaldırabilir miydi? Böyle bir olasılık mümkün görünmüyordu. Kaldı ki bu jeopolitik ve jeostratejik durum ve konuma baktığımızda: işin öncesi de olmakla birlikte 2010 Mayıs’ındaki Mavi Marmara hadisesi, İsrail’in Filistin özelinde ortaya koyduğu cürümlere istinaden oluşan ve adeta “One munite” ile replikleşen Davos krizi, Türkiye’nin, tek parti diktasının yıkılışına koşut olacak şekilde AK Parti’nin, ilk dönemde dış politikada yapmaya çalıştığı açılımlar yurt içinden ziyade yurt dışında (Ortadoğu, İslam Dünyası) estirdiği ‘olumlu’ rüzgarların Arap baharına olan etkisi düşünüldüğünde, sözünü ettiğimiz bu büyük stratejik ve politik durumun önemi kendiliğinden ortaya çıkardı. Buna bağlı olarak, emperyalizmin aksine Türkiye’nin gerek sivil teşkilatlar ve gerekse de birçok resmi ‘yardım ve dayanışma kuruluşları aracılığıyla (STK’LAR, TİKA, KIZILAY) ‘kara bahtlı Afrika’ya uzanan dost ve şefkat eliyle gösterilen ilgi birçok Afrika ülkesinde Türkiye’ye karşı sevgiden ziyade, birçok açıdan bütünleşme olgusu ile açıklanabilirdi. Yine, BM’nin Libya’da meşru olarak muhatap aldığı Serrac yönetimindeki Libya hükümeti (UMH) ile birlik halinde yapılan askeri, sivil vb. ilişkiler, kim ne derse desin, AK Parti’nin otaya koyduğu ve yüzünü İslam dünyasına dönmesi anlamına gelen politikalarının birer sonucu idi…
Tabii ki, dış politikada bu iyi ve güzel ve sonuç alınan politikalarla kıyaslandığında, iyi gitmeyen durumlarda olmuştu. Bunu sadece ‘düşman’ olgusu ile açıklamak elbette zordu. Ama bunun oluşmasında, Türkiye’nin dinî anlamda olmasa da, aynı mezhebi formasyona yakın duran ülkelere, oranın halklarına yönelik yaklaşımların, bizzat o ülkelerin ‘emperyalizm uşağı’ ceberut yönetimleri tarafından sabote edilmesi de unutulmamalıydı. Ör. Mursi’ye gösterilen yakınlığın Sisigiller tarafından defalarca sabote edilmesi; Suriye’de haklı olarak, oranın Müslüman halkı tarafından ortaya konan devrim girişiminin Şiiliği yayılmacılık anlamında politik unsur ve enstürman olarak kullanan İran’ın da, en azından Suriye özelinde, bu uzanan şefkat eli kırılma girişimi de bir yerlere not edilmeliydi.
Tabii ki, dış politika alanında yapılanlar ile ‘yapılmayan’ ve de yapılanmayanları bir araya getirdiğimizde, AK Parti’nin dış politikaya yönelik bir resmini çekmiş olacaktık. Burada yapılan iyi ve güzel uygulamalara, bu ülkenin varlığı, kendileri içinde önemli olan hiçbir partinin, siyasi çevrenin ‘olumsuz’ anlamda bir şey diyeceğini sanmıyoruz. Sadece temeli 1946’lara kadar varan CHP ve avanesinin bir türlü iktidara gelemeyişine bağlı olarak oluşan ‘tarihi’ psikolojik durum ile hep ‘Türkiye Partisi’ olma olgusunun arkasına sığınıp gözü kulağı Kandil’de olanlar hariç…
Tabii ki, sadece hükümet olmak, var olan iktidarı yürütmek yalnızca “unuttuğumuz, unutulan, gözden çıkarılan/çıkardığımız kardeşlerimizi tanımaya başlıyor, onlara yakınlaşmaya çalışıyor, onlarla birlikte hareket edip güçleneceğiz ve hep birlikte emperyalizme yem olmayacağız’ niyet ve düşüncesine yönelik olmayıp, kendi vatandaşının asgari geçim derdinden tutun da temel hak ve özgürlüklere kadar koca bir alanda da bihakkın iktidar olmaktı.
Kuruluş felsefesi itibarıyla AK Parti iktidarı, seçmenine ve dolayısıyla tüm vatandaşına, “oyunuzu ban verin, sizin en iyi Müslüman kalmanızı sağlayacağım” diye bir söylemde bulunmadı –zaten hiçbir iktidarın böyle bir talebi olamazdı- değil, ekonomiden, güvenliğe ve temel hak ve özgürlüklere varıncaya dek insanların var olan ihtiyaçlarının; başta anayasa ile akıl, mantık, görenek ve gelenek çerçevesinde çözüme kavuşturulması durumu söz konusu idi. AK Parti’nin de, bunları gerek kendi ortaya koyduğu performans ve gerekse de laik vesayet ile ona yardakçılık yapan ideolojik çevrelerin yıkım anlamında karşı duruşlarına yönelik karşı çıkışları ve tavırları olmuştu.
Gerçi, bu karşı çıkışlarda, ülke ve toplum adına iyi sonuçlar alınmıştı, ama konularla bağlantılı olarak da birçok yanlışlarda yapılmamış değildi. Bunun, karşılığının bir kısmını mevcut iktidara yüklemek gerektiği gibi, bir kısmı da FETÖ örneğinde olduğu üzere darbeci geleneğe teşne olup darbecilerle iş tutan sair ideolojik çevrelere kesilmeliydi. Gerçi, bu şekilde davranılırken, yapılan hiçbir hatalı davranışı tolere etmeden söylesek: filler tepişirken olan çimlere olmuş ve birçok çevre ve şahsında bayağı canı yanmıştı. Böyle mi olmalıydı? Tabi iki de hayır, ama birde “hele niye böyle oldu? Onu da bir sor bakalım’ yaklaşımı da kendini orta yere koyacaktı. Bu durumu da ıskalamamak gerekirdi.
Dikkat edilirse, bu saydıklarımız içerisinde AK Parti ve iktidar açısından “doğru, yanlış; iyi, kötü ve olumsuz, olumlu” yaklaşımlar vardı. Bununla birlikte, ülke yönetiminde, mevcut olan iktidarın, yapa geldiklerini siyaset süzgecinden geçirme durumunda bulunan muhalefetin ve haliyle ‘ana’ muhalefetin, ortaya konan olumluluklar ile olumsuz durumları, birbirlerinin alternatifi olarak değil, her birine hak ettiği, etmesi gereken değeri vermek diye bir görevi vardı.
Ama gerek ‘ana’ muhalefet ile ‘yavru’ muhalefetin, bu konuya bütünsellik içerisinde değil de, işe parçacı ve faydacı bir gözle baktığı söylenebilirdi. Bunu görmemek pek de olası değildi, ama yumruklar sıkılı bir şekilde gard alınmış ise, buna da yapacak bir şey yoktu. Örnek olarak CHP’nin Gezi kalkışmasında genelde aldığı tavır ile 15 Temmuz gecesi Kılıçdaroğlu’nun “bende/bizde meydanlardaydık” dediği halde, bir partilinin evinde, olan biteni tv’den izlemesi ve sözde ‘rejim düşmanı’ olarak belledikleri Gülen hareketine karşı gayet şefkatli tavırları vs. verilebilirdi.
Bu muhalefet işinde HDP neyse de CHP’nin, İYİ Parti’nin ve hatta SP’nin “bir öyle, bir böyle” politikaları, tamam kabul edelim ki, bu ülke, toplum ve devlet adına yapılıyor olsun, ama bu partilerin çoğunun evveliyatına bakıldığında; modernleşmeci, Batıcı, indirgemeci, en azından kültürel alanda dahi olsa sömürge zihniyetine sahip arkaik bir yapı ile malüldüler. Zaten, ister bir dönem iktidarda bulunsunlar, isterse de hep muhalefette kalsınlar, bu iki durumda da bu ülkenin sahibi ve aynı zamanda çoğunluğu olan Müslümanların hayrına zerre miskal bir söylemleri ve icraatları olmamıştı. İyi ve güzel icraatları var olanlarında, ‘illa da muhalefet edeceğim!’ diye bu sömürgen zihniyetle birlikte hareket etmeleri ise, mevcut iktidar açısından değil de, Müslüman çoğunluk açısından hiç de iyi değildi.
Buraya kadar her şey normaldi. Biri iktidarda olup yanlış ile doğruya da imza atıyordu, diğer tarafta ise bir muhalefet vardı ve belki de ideolojik formasyonu gereği, bildiği yoldan gidiyor, türüne özgü bir muhalefet sergiliyordu. Tamam, zahirende olsa, eski geçmişine yönelik eleştiri getirdiği bilinen, ama yaptığı bu eleştirilerin mahiyetine bakıldığında, adeta ahmak aldatan cinsten olup, sadede varmayan ve Kemalizm’i tümden red eden bir eleştiri değildi. Ama buna inananlarda vardı ki, hiçbir milim değişmediği halde, değiştiğini göğsünü gere gere kendini anlatmaya devam ediyordu. Kemalizm’den kopmak ne ona inanıp bağlanarak siyaset yapan ve ne de müdahaneci bir şekilde muhafazakâr politikalar uygulayarak, onun gölgesinde var olmayı kısa günün kârı sayan muhafazakar siyasi yapılar. Ki buna AK Parti’de dahildi. Demek ki var olan sistem, iktidara gelmek isteyen, hatta gelen ve muhalefette kalan tüm partilere yaptığı telkin; “ne yaparsan yap, benim istediğim istikamette yürüyeceksin. Toplumdan görüneceksin, ama yüzün, yönün ve tüzüğün, programların, politikaların bana göre tanzim edilecek; birde siyaset gereği, benden uzak durduğun anlarda olabilir, o da kendi kitlemi manipüle etmen için…
Sizce, baştan beri adı konmuş, ama kimi kastettiği belli olduğu halde yine de ne olur olmaz cinsinden muallakta bırakılmış bu dikte ettirici söylemin, bir emir telakkisi içerisinde var olan darbeci bir mantık değil miydi?
Bunu son dönemde teyit eden birçok söylem, en Kemalist’inden, en Marksist’ine kadar lalikperest çevre ve şahısları sarmış değil miydi?
Bu böyle olduğu halde, AK Parti’nin yanlışlarını söylemek gerektiği gibi, muhafazakar olup yolu bir açıdan AK Parti’den farklılaşan ‘iktidar adayı’ eski Candaşların, bu darbeci söylemlere karşı, kendi kalemşörleri ile birlikte karşı çıkmaları gerekmez miydi?
Böyle yapacaklarına, “yok efendim darbe mi yapacaklarmış, mış, mış!’ ya da ‘hani nerede; biz niye göremedik?’ tarzı alayvari ifadeleri kullanacaklarına, karşı tarafın darbe yapacak gücü ve mecali kalmamış olsa dahi, onlara yine onların anladığı dilden bir karşılık vermeleri gerekmez mi?
Bir bakıyoruz; AK Parti karşıtı ‘muhafazakar’ kalemşörlerin büyük bölümünün tuzları kuru galiba ki, bu korona günlerinde iktidar elden geldiğinde işi az hasarla atlatmaya çalıştığı ve insanların morale ihtiyacı olduğu kritik bir dönemde ve hem de rahmeti ile gelen bu oruç ayında, eleştirel, ama Müslümana yakışır dil kullanıp üslup geliştireceklerine; ekonomi yan yattı, çamura battı; turizm sezonu ‘yandı, bitti, kül oldu’ ‘yok şu oldu, bu oldu’ kabilinden üstenci bir dille işi dillendiren; maske işinin bir türlü rayına oturmadığı savını çiğnemlik sakız gibi patlatıp patlatıp durmaları, bu beylerin başka işerinin olmadığından, ya da yukarıda da belirttiğimiz gibi tuzlarının kuru olmasından dolayı kendilerince ‘makul’ gördükleri bir yol, tarz ve üslup tutturmuşlardı.
Birde AK Parti kurmayları ile birlikte o da ‘iktidarda oluşlarından dolayı’ olsa gerek, süreç içerisinde AK Parti ile yoları ayrılan ‘muhafazakar’ kalemler ile artık bu şekilde hareket edeceği düşünülen muhafazakar iktidar bekleyenlerin; yürürlükte olan resmi paradigmaya, onu daha da demokratikleştirme sevdasına kapılıp giderek hemen her çözümü Batıcı paradigmada aramaya çalışmalarına bakıldığında; bu zevatın içerisinde geldiği Müslüman çoğunluğun giderek dışında durmaları ve İslamcılığı kendilerine bitirme sevdaları da söz konusuydu.
Bir kısmı siyasetçi olarak bir, iki dönem AK Parti içerisinde siyaset yapan, bakanlık, başbakanlık makamlarında bulunan zevatın, hemen hepsi kendi dönemlerinde imzalanan içeriği ve sonuç alma açısından Müslüman çoğunluğun zararına olan birçok anlaşmanın yürürlükte kalması karşında hiçbir niyet ve uğraşıları yoksa İslami kimlik çoktan reddedilmiş demekti.
Yeni muhafazakarlığa karşı duruş…
Çoğu da, Macaristan ve Ermenistan gibi Hıristiyan ülkelerin parlamentolarında dahi reddedilen İstanbul Sözleşmesinin aleyhine ne AK Parti iktidarı ve ne de bu new muhafazakarların bir sözü olmayacaksa, o zaman bu Müslüman milletten ne yüzle oy alacaktınız ve kıyasıya eleştirdiğiniz iktidardan ne farkınız kalacaktı? Ama bu toplumun baskıya değil, özgürlüğe, kendini özgür hissetmesine ihtiyacı var deyip Müslüman çoğunluğun geleceğine yönelik yanlış işlere karşı bir sözünüz olmayacaksa, o zaman almak istediğiniz oyları, İslami kimliği boşlamış ve sekülerleşmiş ‘sözde’ Müslümanlardan mı alacaktınız?
Unutmayalım ki, hayat iman ve cihatta ibaretti. Ne Batıcı paradigma, ne Doğucu paradigma!
Bu hakikat herkes için geçerliydi; hem iktidarda olanlar, hem iktidara gelmek isteyenler ve hem de Müslüman çoğunluk için.
Laik taife ise biz ilgilendirmezdi, ama onların içerisinde darbeye meyyal olanlarına karşı her daim teyakkuzda bulunmak ve yine kendi İslami asaletimizin bir nişanesi olarak Onlara yönelik eleştirel dil kullanma şartıyla adaletli olma, adaleti ve itidali elden bırakmama şartıyla hareket etmek, siyasi, miyasi kimliği olan değil, sıradan Müslümanlar için dahi geçerliydi.
Gerisi laf-u güzaftı.
(*) Haftalık Özgün Duruş Gazetesi