Bugün, Boğaziçi Üniversitesi’ndeki “kayyım rektör” protestoları ekseninde Cumhurbaşkanı’nın rektör atamalarındaki “lâ yüs’ellik”e dair sıkı bir eleştiri yazısı yazmayı ve dahi “Cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi” denilen nev-i şahsına münhasır sistemin Türkiye’yi nasıl uçuşa geçirdiğini(!) bu vesileyle ortaya koymayı düşünmüştüm; fakat artık ne kadar iyi niyete dayalı ve yapıcı da olsa hiçbir eleştirinin ilgili adreste hiçbir şekilde olumlu karşılanmaması, bilakis en ufak bir eleştirinin dahi “vatan hainliği” ve “teröristlik” gibi yaftalarla yaftalanması hasebiyle söz konusu minvalde yazılacak yazının -en iyimser ifadeyle- faydasız ve anlamsız olduğuna kanaat getirdiğimden, “kayyım rektör” meselesine dair yazmaktan vazgeçtim. Bunun yerine “İslamcı” II. Abdülhamid’in kendi dönemindeki İslamcılar tarafından kıyasıya eleştirilmesinden söz etmek istedim. Zira bu konuda aktaracağımız kısa bilgilerin dahi günümüz Türkiye’sindeki siyasi gidişatın “dejavu” algısıyla okunmasına -ki böyle okunduğu takdirde ne işe yarayacak, o da ayrı mesele- vesile olacağını ümit ettim. Mamafih, bugün böyle bir yazı yazmamdan dolayı siyasete bulaşmakla eleştirileceğimden eminim. Bu vesileyle şunu belirteyim ki ben parti marti, siyaset miyaset işlerine hiç meraklı değilim; fakat memlekette onca tuhaf şey yaşanırken ve yaşananların çoğu da tüm milleti alakadar ederken, ben bu köşede meleklerin cinsiyetini tartışacak değilim…
Sadede gelirsek, XIX. yüzyılın ikinci yarısında yaşam savaşı veren Osmanlı Devleti’ni inkırazdan kurtarma amacıyla araçsal bir değer ve işlev atfettiği pan-islamizm politikasından dolayı “İslamcı” olarak kabul edilen ve Cumhuriyet öncesine uzanan ideolojik zıtlaşmalardan dolayı kimilerince “kızıl sultan”, kimilerince de “ulu hakan” diye anılan II. Abdülhamid anayasaya dayalı meşrutî bir idare kurmak isteyen ve bu yüzden Abdülaziz ile V. Murad’ı tahttan indiren Midhat Paşa ve arkadaşlarıyla anlaşarak 31 Ağustos 1876 Perşembe günü tahta çıkmıştır. İlk planda orduya ve halka jestler yaparak işe başlayan II. Abdülhamid Seraskerlik Kapısı’nda ordu mensuplarıyla yemek yemiş, hükümet üyeleriyle mabeyn personelini Yıldız Sarayı’nda yemeğe davet etmiş ve bu yemekteki konuşmasında millî birlik ve beraberlik ihtiyacını dile getirmiştir. Öte yandan, Haydarpaşa Hastanesi’nde Balkan cephelerinden gelen yaralıları teker teker ziyaret ederek onlara hediyeler vermiş, ayrıca Sadrazam ve diğer nâzırlarla birlikte camileri dolaşarak namazları halkla beraber eda etmiştir.
Ne var ki zaman ilerledikçe II. Abdülhamid ilkin yola birlikte çıktığı arkadaşlarıyla irtibatı koparmaya başlamış, ardından gerek seleflerinin başına gelenler, gerek kendisinin yaşadığı kötü tecrübeler ve gerekse zihnini işgal eden şüpheler ve vehimler sebebiyle Yıldız’a çekilip hemen herkesi ya kendisine ya devlete kasteden birer entrikacı hain olarak algılamaya başlamıştır. Sonuçta her şeyden nem kapma psikolojisiyle farklı görüşler ve eleştirilere asla tahammül edemeyen, bilhassa hürriyet ve müsavat gibi fikirleri boğmaya yönelik her türlü jurnal ve güvenlik tedbirini anında devreye sokmaya hayati önem atfeden bir istibdâd (hükûmet-i mutlaka, keyfî yönetim, yönetimde tazyik, tahakküm ve zorbalık) sürecini başlatmıştır.
İstibdâd başta Mehmed Âkif olmak üzere Said Halim Paşa, Said Nursi ve İskilipli Âtıf Efendi gibi birçok İslamcı figürün II. Abdülhamid’i ağır bir dille eleştirmelerine çok esaslı bir gerekçe oluşturmuştur. İstibdâdı “siyasi iktidarın acziyeti” olarak gören ve Sebîlürrreşâd’daki bir yazısında, “hiddetler, şiddetler, tazyikler, cebirler hep aczin meşimesinden düşen bir sürü eksik mahlûklardır ki beşeriyet muztar kalmadıkça bunları agûş-i kabulüne alamaz; alsa da mümkün değil sevemez” diyen Âkif Köse İmam üzerinden II. Abdülhamid’in istibdâd politikasını şöyle kınamıştır: “Dedi: Çoktan beridir vardı benim bir derdim/Gideyim zalimi ikaz edeyim, isterdim./O, bizim cami uzaktır, gelemez mani ne?/Giderim ben diyerek vardım onun camiine/Kafes ardında hanımlar gibi saklıydı Hamid/Koca şevketli! Hakikat bunu etmezdim ümid/Belki kırk elli bin askerle sarılmış Yıldız/O silahşörler o al fesli herifler sayısız/Neye mal olmada seyret, herifin bir namazı/sade altmış bin adam kaldı namazsız en azı!/Hele tebziri aşan masrafı, dersen sorma/Gördüğüm maskaralık gitti de artık zoruma...”
İstibdâda yönelik muhalefet şiddetlendikçe vehimleri de artan, vehimleri arttıkça istibdada vites attıran II. Abdülhamid’in yönetim tarzı Said Halim Paşa tarafından “kendi hakları dışında Meclis, Anayasa filan tanımayan bir müstebitlik” diye vasfedilirken, İskilipli Âtıf Efendi de keyfi idare, icraat ve zulüm diye nitelendirdiği II. Abdülhamid yönetimindeki istibdâdî özellikleri “nifak ve şikâk” diye tanımlamıştır. Öte yandan, Seyyid Bey müslüman milletin topyekûn gerileme ve çökmesini İslam ve/veya dönemin İslami anlayışıyla irtibatlandırmasının yanı sıra zulüm ve istibdadı da aynı noktaya bağlamıştır. Sonuç olarak, bugün muhafazakâr, milliyetçi ve hatta İslamcı çevrelerde “ulu hakan, cennet mekân” diye anılmasının yanında zaman zaman da “evliyâullah”tan sayılan II. Abdülhamid’in kendi dönemindeki İslamcıların hemen hepsi tarafından çok ağır bir dille eleştirilmesi, siyasi idare ve iktidara yönelik her eleştirinin “vatan hainliği”, “teröristlik” gibi saiklerden kaynaklanmadığını göstermesi bakımından hayli manidardır. Sanırım, bu yazıdaki meramımız ve maksadımız yeterince anlaşılmıştır…