Geçtiğimiz yıl içinde birçok uluslararası kuruluş dünyada adına İslamofobi denilen İslam ve Müslüman düşmanlığı veya İslam’a ve Müslümanlara karşı nefret söylem ve suçlarında ciddi bir artış tespit etti.
Mesela Türk-Alman Üniversitesi Öğretim Üyesi Doç. Dr. Enes Bayraklı ve Georgetown Üniversitesinden Profesör Farid Hafez’in hazırladığı Avrupa İslamofobi Raporu 2020’de, bölge ülkelerinde geçen yıl boyunca yaşanan İslam karşıtı olaylar ve söylemler ele alındı mesela. BM İnsan Hakları Konseyi’nin geçen yıl yayımladığı raporda da Müslümanlara yönelik nefret suçlarının, özellikle sosyal medyada büyük oranda arttığı vurgulandı.
Avrupa Güvenlik ve İş Birliği Teşkilatı da “Müslüman Karşıtı Nefret Suçlarını Anlamak: Müslüman Toplulukların Güvenlik İhtiyacı” başlıklı bir rapor hazırlamış ve bu raporda İslamofobi›nin fiziksel, duygusal ve psikolojik etkileri ortaya konulmuştu. Bu raporda İslamofobik saldırıya maruz kalan kişilerin günlük hayatta korku ve endişelerinin arttığı, daha fazla güvenliğe ihtiyaç duyduğu tespit edilirken Avrupa genelinde artan İslam karşıtı eylemlerin, Müslüman toplulukların camiye gitmekten korkması ve Müslüman kadınların dini kıyafet giymekten çekinmesi gibi sonuçlar getirebileceği belirtildi.
İslam İşbirliği Teşkilatının Kasım 2020’de yayımladığı raporda, Müslüman karşıtlığının, Avrupa’da aşırı sağ grupların kampanyalarında ana unsur haline geldiği ifade edildi.
Avrupa’da veya dünyanın her tarafında tespit edilen bu İslamofobik dalgalara karşı mücadelede Türkiye öncü bir rol üstlenmiş durumda. Bilhassa Cumhurbaşkanı Sayın Recep Tayyip Erdoğan her zeminde İslamofobi’nin kötülüklerini ifade etmekte ve ona karşı mücadeleye çağırmakta bu mücadelede uluslararası ittifaklar aramaktadır.
Oysa sıkça mustarip olduğumuz daha derin bir sorun, dışarıda arayıp mücadele ettiğimiz İslamofobi, yani İslam ve Müslüman düşmanlığı her şeyden önce Müslüman ülkelerin sorunu. Yani Avrupa ülkelerinde İslamofobi tespit etmeye çalışan raporlar aynı hassasiyetle radarlarını İslam ülkelerine veya Türkiye’ye dikseler çok daha derin, çok daha radikal İslamofobik davranışları görecekler.
Üstelik Avrupa’da İslamofobik davranışlar büyük oranda sıradan, alt düzey insanların bir davranışı olarak ortaya çıkarken Türkiye’de eğitimli kesimlerin bir davranışı olarak çıkıyor.
28 Şubat sürecinde üniversitelerde uygulanan başörtüsü yasağının doğrudan İslam düşmanlığı ve nefreti ile alakalı olduğunda hiç kuşku yok. Bu sorunun uygulayıcı veya savunmacı aktörleri ise üniversite hocalarıydı. Yüksek eğitimli, profesör, doçent, doktor ama dünyanın en cahilce davranışı olan İslam düşmanlığıyla malul.
Sorunu o zamanlar kimse bu şeklide ortaya koymadı. Yasağa maruz kalanlar bile yasakçılarını sadece demokratik tutumları, hoşgörüsüzlükleri üzerinden eleştirerek kendilerini savunurken bu yapılanın bir İslam ve Müslüman düşmanlığı olduğunu dile getirmekten çekindiler. Bu çekincede ben hep gereksiz derecede bir nezaket görmüşümdür. Yapılan bal gibi bir İslam düşmanlığıydı. Kendine Müslüman diyen veya Müslüman düşmanı görmeyen birinin İslam ile özdeş bir davranışı aşağılaması, ona karşı yasacı bir tutumu savunması mümkün değil.
Başörtüsü yasağı ve ona eşlik eden “irtica”, “gericilik”, “ortaçağ karanlığı” ve “başörtüsü, İslam, şeriat” özdeşleştirmelerine dayalı söylemler bu ülkenin utanılacak lakırdıları. O gün o tutuma bir kitle heva ve hevesiyle kapılanlar bu günlerini utançla hatırlamalıyken veya unutmak istemeliyken bugün yine üniversitelerde, meclis kürsülerinde marifet gibi tekrarlandığını görmek en hafifinden bir tehlike işareti. Utanılası bir cahiliyenin hala giderilmediği, üniversite kürsülerinde marifet gibi pişkin pişkin dillendirilmesi, sadece bir tehlikedir. Faşizmin, cahiliyenin, kendini bilmezliğin, İslam ve Müslüman nefretinin ayak sesleri olarak…
Başörtülü bir kız öğrencisine “Başındaki örtü niye farz, ne diye takıyorsun?” diye sorarak taciz ettiği ortaya çıkan Mülkiye’nin bir profesörü bu tutumunun zihniyet arkaplanını üniversite kürsüsünden marifet gibi bellediği anlaşılan şu sözlerle ortaya koymuş:
“Görüldü ki mülkiye daha önceki okullarında şeriat bilgileriyle donatılarak mülkiyeye giren öğrencilerin çoğunu bilimdışı görüşlerinden arındırarak ve çağdaş bilgilerle donatarak kimsenin tahmin edemeyeceği biçimde uygar birer mülkiyeli olarak ülke hizmetine sundu”.
Burada gurur duyularak anlatılan şey sadece İslam-Şeriat düşmanlığı değil, aynı zamanda İslam ve Şeriat hakkındaki hatta bilim hakkındaki cahilliktir. Bir üniversite profesörünün hem bu kadar cahil olması, yaptığının bir İslam nefreti dolayısıyla insanlık suçu kapsamına girdiğini görmemesi, Şeriat ile bilimi birbirine karşı noktalara koyması hem de bu cahilliğiyle övünç duyuyor olması Türkiye’de üniversitelerimizin asıl sorununun resmidir.
Burada üzülmemiz gereken asıl şey ise bu profesörlerin zırcahillikleriyle etkiledikleri, beyinlerini yıkayarak en sığ fikirlerle birer slogan ve nefret hamalı haline getirdikleri evlatlarımız. Hala soğuk savaş öncesi faşizan dönemlerin ideolojik basitliğiyle düşünüyor ve alabildiğine sığ ideolojilerini bilim zannediyorlar. Kendi ideolojik şartlanmışlıkları ve nefretleriyle “bilgi sahibi’ genç dimağları nasıl bilgilerinden “arındırdıklarını” anlatıyor.
Bunu hangi yolla yaptılar/yapıyorlar acaba? O üniversite ortamında bilim mi yapılıyor ideolojik propaganda mı? Bu seviyeyle muhatap alınan öğrenciye hangi bilimsel bilgi veya hangi felsefi düşünce ile karşı konulmuş olabilir? Her tarafı nefret dolu, yani duygularıyla hareket ettiği anlaşılan bu profesörlerin sağlıklı bir nesil yetiştirmeleri mümkün müdür?
Aslında sadece bu bile üniversitelerde nasıl bir ortamın kimlerin eliyle, nasıl bir ideolojik atmosfere dönüştürüldüğünü gösteriyor. İdeolojik davranırken alabildiğine pervasızlar, alabildiğine cüretkarlar. İşin kötüsü yaptıklarının bilim olduğunu zannediyorlar. Nasıl düzeltebilirsiniz?