İsveç’te bazı teologlar veya filozoflar bir araya gelip Kur’an’ın kendilerine göre çelişkileri, vahiy olma iddiasının geçersizliği üzerine bir meydan okumada bulunsalar, Müslümanların söyleyeceği, söyleyebileceği hiçbir şey olmaz. Bilakis böyle bir meydan okumaya bizzat Kur’an davet ediyor. Kur’an’a inanan insanlar Kur’an’ın içeriğinin tartışılmasından, inanmayanların inanmama gerekçelerini her türlü ifade etmelerinden asla rahatsız olmazlar, olmamalılar.
“Getirin delillerinizi!” diye meydan okuyan bizzat Kur’an-ı Kerim. Aklınıza uymayan ne varsa, çelişki dediğiniz ne varsa, bu kitabın doğruyu söylemediği düşüncesine sizi götüren nedenler, fikirler ve argümanlar, ne varsa getirin, tartışalım. Bir Müslüman Kitab’ı tanıyarak inanmışsa, hakkıyla inanıyorsa, bu özgüvenle dopdoludur. Kur’an bir hitaptır, bir mektuptur, sadece Müslümanlara değil, bütün insanlara.
Tabii ki sadece muttakilere yol gösterir. Yani gayba iman eden, namazı dosdoğru kılan, Allah’ın verdiği rızıktan infak edenlere, Allah’ın bütün kitaplarına ve Ahiret günü iman edenlere. Yol gösterici bir hidayet kitabı olmadan önce bir uyarıcı mesajdır tabii. İnsanı kendine anlatan, hatırlatan, bu dünyadaki durumunu, varoluşunun hakikatini, gaflete düşüp unuttuğu muhtaçlığını, borcunu, kökenini ve menzilini kendisine hatırlatan bir mesaj. Aslında belki insanın, bilmek ve anlamak için hemen elinin altındaki hakikatlere dikkatini çeken bir hatırlatma uyarısı. Bu yanıyla herkese, Paludan’a da, bütün Avrupalılara da diğer bütün insanlara da şifa bir kitap, bir elçi, bir mesaj.
Paludan kendisine gelen elçiyi yakarak kime ne söylemiş oluyor? Kendisini kurtuluşa davet eden, iyiliğini isteyen, kendisini ihya etmeye gelmiş olan elçiyi öldürerek kendi felaketine davetiye çıkaranlar Paludan’la sınırlı değil elbet. Bugün Kur’an’a kayıtsız kalan herkesin kaybettiği çok şey var. Hele onu yakanlar sadece kendi cehaletlerini ortaya koymuş oluyorlar. Kur’an’a veya Kur’an üzerinden Müslümanlara meydan okumuş olmuyorlar, sadece kin, nefret ve düşmanlıklarını ifade ederek bir de saldırganlıklarını göstermiş oluyorlar. Yoksa yakılan Kur’an sayfalarıyla Kur’an’ın hiçbir ayeti örtbas edilemez. Ortaya sadece kendinden menkul aydınlanmışlık iddiasıyla zifiri karanlıkta bir cahiliye çıkmış oluyor.
Sözümona Aydınlanmasıyla menşur Avrupalıdan Kur’an’a yönelik daha seviyeli bir meydan okuma beklerdik. Belki Müslümanları da tartışmanın içine çekip, zekayı, bilimi, bilgiyi işletebilecekleri bir tartışma. Öyle bir meydan okuma hangi düzeyde olursa olsun “fikir ve ifade özgürlüğü” olarak görülebilirdi. Hiç kimsenin itirazı olmazdı. Burada Kur’an’a karşı sergilenen hiçbir fikri temeli olmayan bu tepkiler “acizlik”ten başka bir şeyi göstermiyor. Acizlik tam da vahye itiraz edenlere karşı Kur’an’ın en mutat, en alışıldık etkisi değil midir: İcaz, aciz bırakma. Daha fazla direnip fikrin ötesinde saçmalamaya başlayınca icaz etkisi zavallı bırakma etkisine dönüşür.
İfade edilen fikir olmaktan çıkıp sadece duygular olmaya yöneldikçe Avrupa’da yaygınlaşma ihtimali de olabilir. Kur’an’ın içeriğine hiç vakıf olmadan genel olarak dine, Allah’a, kendi varlığına karşı Avrupalının meşhur duygusal tepkileri. Tanrı’yı öldürmüş olduğunu düşünen Avrupalı, Kur’an nezdinde kendisine seslenen, üstelik etkisini de her geçen gün hissettiren bir Tanrı sesi duyduğunda hortlak görmüş gibi tepki veriyor.
NE O NE DE ÖTEKİ VEYA HEM O HEM ÖTEKİ
Bu olaya karşı gösterilen tepkilerin veya yapılan bazı yorumların bilgiyle, mantıkla kopuk olması, galiba konunun giderek bilgi ve mantığın ötesinde duyguların konusu olduğunu gösteriyor.
Kur’an’a da İslami bilgilere de aslında uzak olmadığını bildiğim Sinan Canan’ın bir sosyal medya mesajı tam o kabil bir bağlamda değerlendirilebilecek türden. “Kur’an’ın metin halinin basılı olduğu kağıtların yakılmasını değil de Kur’an’ın okunmamasını, anlaşılmamasını, yanlış anlaşılmasını, menfaate alet edilmesini, şarkılaştırılmasını dert eden Müs… Neyse, vazgeçtim.” diye yazmış Canan.
Bununla “bırakınız yaksınlar, bırakınız vursunlar, istedikleri gibi hakaret etsinler, biz hiçbir şey olmamış gibi hayatımıza devam edelim” mi diyor? Tuhaf bir yaklaşım gerçekten. Hayat dediğin, kişilik dediğin şey sadece kendi steril ortamımızda şekillenen bir şey midir? Çoğu kez sosyal ilişkilerimizde başkalarıyla olan etkileşimlerimizle şekillenmiyor mu?
Sağolsun arkadaşımız İsmail Kılıçarslan “Gavur yaksın, Türk baksın” diyerek bu tavrın kendiliğinden ironik durumunu çok iyi ortaya koymuş.
Kur’an’ın sayfalarına karşı sergilenen hassasiyeti Kur’an’ın anlamına da ulaşmaya, Kur’an’ı mahcur bırakmamaya, hakkını vererek yaşamaya dönük bir hassasiyetle de devam ettirelim. Bu tavsiyeyi önceki yazımda ben de yaptım. Ama bu ikinci hassasiyet birinci konuda bir duyarsızlığa neden mal olmalı ki?
Neden “ya o ya bu” seçenekleri arasında bırakılıyoruz ki? Neden “hem o hem bu” diyemiyoruz, bizi alıkoyan ne? Onu geçtik, “o değil bu daha önemli” dediğiniz zaman her ikisini de kaybettiğinizi görmüyorsanız Kur’an’ı ne kadar anlayabilir, onun menfaatlere alet edilmesine karşı nasıl bir önlem alabilir ve nasıl okuyabilirsiniz?
Bu tavır ne yazık ki son zamanlarda bütün İslami iddiaların veya hassasiyetlerin önüne hoyratça çıkarılıyor. Herhangi bir konuda Müslümanların bir iddiasının karşısına “asıl ahlaksızlık o değil bu” denilerek her iki ahlaksızlık da meşrulaştırılmış oluyor.
Mesela, LGBT diyorsunuz, yolsuzluk diyorlar. Namus diyorsunuz, emek hırsızlığı diyorlar. Sanki bunları diyenler yolsuzluğu veya emek hırsızlığını hoş görüyormuş gibi. “O değil bu” denilerek sulandırılamayacak hiçbir ciddiyet, hiçbir hassasiyet hiçbir dava yok aslında.
Geçelim bunları, mantık aramak boşuna, o aradığınız mantık zaten kör-kütük duyguların esiri.