Reklam Görüntülerine Tıklayarak Kitap Siparişi Verebilirsiniz


Sait ALİOĞLU


Türkiyeli Müslümanlarının Bir Serencamı

İşte, şu anda toplumsal bazda belli bir temel üzere duran ?tevhidi ve Kur´ani bir dünya görüşü? kalıbı içerisinde bulunan muvvahitlerin bir temel kaynak olarak addettikleri yeniden Kur´an´la tanışma milat olarak, 60´lı yıllara tekabül eder.


Önce bir durum tespiti?

Cumhuriyetle birlikte yürürlüğe konan uygulamalar sonucunda Müslümanların varlık dünyaları görünür planda yok edilmeye çalışılmış, hareket alanları daraltmak suretiyle bir hiç mesabesine indirgemişti. Ya İslam´ı bir vicdan meselesi formunda kabul edip, var olan ibadetlerinin gizlilik içerisinde yapılmasını, ya da şekli olarak olsa bile bir ibadetsiz, tefekkürsüz bir din anlayışı söz konusu idi. 

Hatta bundan daha önemlisi, devlet tarafından ?madem, şekli de olsa ?din´ bu insanların vicdanından ve var olan toplumsal yapıdan sökülüp atılamayacak ise, o zaman bizimde işimize gelecek ve işimizi kolaylaştıracak bir tarzda ?yeni bir din düşüncesi, şekli´ bulunmalıdır!? saikiyle adına ?Türk Müslümanlığı? ya da ?Türk İslam´ı denen yeni bir din telakkisi içerisine girildi. Düşünülen bu uygulamaların meyve vermesi için de ?Diyanet Teşkilatı? ihdas edildi. 

Bu teşkilat, Osmanlı´nın Bizans´tan tevarüs ettirdiği ?Şeyhu´l-İslamlık´ kurumunun muadili bir kurum olup 30´lu yıllardan sonra laiklik ekseni üzerine oturtulmuştu. O günden bugüne, laiklik, bir türlü izaha muhtaç bir felsefi anlayış olup, bir kör döğüşü içerisinde ?din-devlet ilişkilerine konu olacak şekilde toplum olarak gündemimizi işgal etmekte ve Müslümanlara karşı vurucu bir silah olarak kullanılmaktadır. Var olan laiki uygulamaların temelini ise, Müslümanlara biçmeye çalıştıkları konum ve durumun ilelebet devam ettirilme düşüncesi oluşturmaktadır.

En başta İslam´ı vicdanlara hapsetmek, onu şeraitten sür´âtle arındırmak; camilere kiliselerde olduğu gibi sıralar yerleştirmek, ezanı Türkçeleştirmek ilk akla gelen düşünceler ve uygulamalardı. Gerçi bu düşünceleri, devlet erkine sahip olanlar, dünden bugüne ısıtıp ısıtıp sunmaktadırlar. Bunun en son örneklerinden biri, 1995 yılında Süleyman Demirel´in Cumhurbaşkanlığı döneminde dile getirilmiş olup, bu uğurda ilahiyatçılardan oluşan bir ekibe ?İslam Gerçeği? adlı bir kitap yazdırılmıştı.

 

Cumhuriyetin kurulma aşamasında, bir Osmanlı bakiyesi olan Müslüman toplum, kendi toprakları üzerinde önce yer yer işgal devletlerinin zulmüne maruz kalmış, elde bulunan kıt imkanlarla cansiperane bir şekilde var olan işgale karşı adına sonraları ?Kurtuluş Savaşı? denen bir mücadele vermiş; mücadele sonrası ise, o mücadele döneminde düşmana karşı hiçbir muhalefet ve direniş sergilemeyen Kemalist kadronun hayatın her alanında ?tektipçi´ uygulamalarına maruz bırakılmıştı. 

İlk başlarda, dini kaygılardan mütevellit bir başkaldırı söz konusu olmuştur olmasına ama daha sonraları ise ağır basan bir usul bilmezlik, kendini yenileyemeyen örneklik, zalim yönetime karşı gelmeyi reddeden Sünni fıkıh anlayışı ve bu anlayış ve kavrayışlara örneklik teşkil eden geleneksel temele dayalı bir din anlayışı vs.  mücadele etmeyi tamamen dumura uğratmıştı. O dönem bir din-devlet ilişkisinden de bahsedilemezdi, zira ?din´ tamamen görünür planda hayatın çok uzağına bir yere atılmıştı. 

Marazi yapısına rağmen Müslüman toplum, yıllar yılı  kendi kabuğuna çekilip, vicdani planda bile kalsa din ile bağını kopartma- maya ve dahası kurma telaşı içerisine girmişti. Sistemin kendi kendini reorganize etme ve aynen günümüzde olduğu gibi dünya kamuoyunun birtakım baskıları neticesinde oluşan hava ?1946 ruhu´ denilen bir menfez açmış, bu menfez sonucunda da halkın teveccühüyle iktidar koltuğuna oturan Demokrat Parti eliyle cumhuriyet ve onun devleti, halk üzerinde olası baskısını bu kez bir nevi kadifeden yumruklarla gücünü tahkim etmişti.  

?Halkın oluşan 46 ruhuna ve o ruhun oluşturduğu havaya herhangi bir katkısı olmuş mudur?´ diye bir soru sorabiliriz! Bize göre o hava, ülkenin gidişatını kendi emperyal çıkarlarının uzun vadede berhava olmasını asla istemeyen dış güçlerin bir okumaları sonucu oluşan öngörülerine dayanıyordu! Halkın katkısı ise, pusuda duran dış güçler tarafından ?Ör. Amerika- olsa olsa zulme karşı dur/a/mamaları neticesinde ileride patlak verdiği takdirde, önünü alamayacakları sonuç-lar doğurabileceğini tahmin ettikleri tecrübelere dayanan bir nevi sömürge mantığının dile gelmiş şekli olarak karşımıza çıkıyordu.

DP, ezici bir oy potansiyeliyle iktidar koltuğuna oturmuştu, ama sistem içi danışıklı dövüş neticesinde, sistem kendisini yeniden tahkim etmiş, badire atlatılmış, tehlike savuşturulmuştu. Bir dönem böyle devam etti. Bu sayede potansiyel olarak milliyetçi, muhafazakar, gelenekçi yönü ağır basan muhalefet, DP şemsiyesi altında iktidara ve dolayısıyla birtakım haklar muvacehesinde sistemin yörüngesine çekilmiş oldu. Cemaatler kendilerini sınırlı da olsa legal planda yeniden bir var etme çabası içerisine girdiler. Ama gel gör ki, siyasi bir bakış açısından yoksun, hurafe yüklü ve alabildiğine ?geleneksel´ bir din telakkisi o muhalefeti yeniden varlık sahasında yer edinmesine müsaade etmemişti. 

İktidarın payandası bir muhalefet ve din anlayışı, git gide kendi varlık sebebinin ana düşmanı bir sistemi, devleti ve rejimi kutsallık halesi içerisinde yere göğe sığdıramaz olmuştu! Muhalefet, sistemden yana tavır alınca kendi düşmanını da şartlar ve içerisinde el´an bulunduğu düşünce anaforu mucibince belirlemişti; komünizm! Bu uğurda, esas düşman ve düşmanlar es geçilmiş, adı var ama uygulama adına kendisi yok komünizmle mücadele bağlamında ?Komünizmle Mücadele Derneği´ türünden devlet yanlısı yapılanmalar içerisine dahil olunmuştu. 

Devlet yanlısı bir oluşum içerisinde olunmanın iki yönü söz konusu olabilir ilki; geçmişten tevarüs eden devletçi geleneğin  şimdiki devlet yapısının yani ?neliğinin ve nasıllığının? tam olarak bilinememesinin sonucu ikincisi ise, az çok devlet anlayışından arınıp uzaklaşılmasına rağmen, usulden yoksun bir fikri anlayışın tüm çareler tükenince muhalifi olan devlet gücüne sığınma şeklinde! 

İşte bu düalist konumlanma ve yaklaşım sonucu, Müslüman bir kitle komünizmle mücadele adı altında yıkıcı sonuçları makul insanlar tarafından daha halen giderilemeyen olumsuz sonuçlara düçar olmuşlardı. O kitle yıllarca komünizmin baskısı altında mı kalmıştı acaba? Tabii ki hayır! Ama esas hedef dururken, yıllarca süren bilinçli bir kafa yıkama operasyonu neticesinde Kur´ani temeli olmayan, modern, ulusalcı ve aynı zamanda da gelenekçi formda bir din ve bunun sonucu olarak da ilkesiz ve kuralsız bir dünya telakkisi olayın tuzu biberi olmuştu.

Bu uğraş, o dönem ki Müslüman kitleye hedef saptırtmadan başka hiçbir işe yaramamıştı göründüğü kadarıyla. Dahası bu tür bir mücadele toplumun kamplara bölünmesine de bir nevi kaynaklık teşkil etmişti. Ör. 1969 tarihli Kanlı Pazar! Kim ne kazandı ne kaybetti? Burada kazananlar yanlış bir din anlayışının aşılması yollarını arayan ve de bulmaya çalışan, kalbi Kur´an´ın aydınlığı için çarpan, aynı zamanda da bir örneklikten yoksun bir avuç insandı. Ne olursa olsun, bir kapı bulup, o kapıdan Kur´an´la tanışma söz konusuydu! Bir milada ihtiyaç vardı.

 

Üstad Seyyid Kutub´tan  fikir devşirmek?

İşte, şu anda toplumsal bazda belli bir temel üzere duran ?tevhidi ve Kur´ani bir dünya görüşü? kalıbı içerisinde bulunan muvvahitlerin bir temel kaynak olarak addettikleri yeniden Kur´an´la tanışma milat olarak, 60´lı yıllara tekabül eder. O yıllardan bu yana, Kur´an´ın gölgesinden istifade etmek isteyen ve üstad Seyyid Kutub´un da doğru bir tanımlamayla adına ?Kur´an Nesli? dediği bir nesil, bendini aşan bir su kütlesi gibi aka aka gelmişti. 

Kitab´ın rehberliğine şiddetli bir ihtiyaç oluşmuştu, hem onun pörsümez çağlar üstü mesajı ve hem de arınmak isteyen onun muhiblerinin zaman içerisinde oluşan, had safhaya varan açlığı, susuzluğu yeni bir yol ve yöntemi de beraberinde ihdas etmişti. Oluşan bu sürece Anadolu topraklarında neşvünema bulan gelenekçi ve kirli bir anlayışın berrak kalabilmiş zihinlerde icra etmeye koyulduğu tahribat ve ülke dışında -özellikle de Mısır´da- oluşan Kitap eksenli çabalar, sonuçları günümüze kadar kesintilere uğrayarak ta olsa gelebilen bir çizgiye katkı sundu. 

Sözünü ettiğimiz bu çabalar yeterli geldi mi? Elbette hayır! Ama tabiri caizse, hedefine atılmak için uzaklara doğru fırlatılan taşlar, olumsuzluklarla yükseltilmiş camdan bir binayı yerle bir etmeye yeterli gelmedi, ama en azından o göz alıcı kendisine bakılınca bakanı büyük bir ihtimalle yanıltan o cam kütlesinde yarıklar, kırıklar oluşturabildi. Yekpare bir nesne, bir yerinden kırılmaya görsün, zamanla un ufak olmaya da doğru yol açardı!

 

Selefizm çerçevesinden olaylara, olgulara bak(ama)mak?

Biz burada ta o günden bugüne ?Kur´an nesli? olmaya çalışan hiçbir ferdin çabasını, gayretini ve o hidayet kaynağı olan Kitab´a doğru yönelimini basite almıyor, aksine olumluyor ve saygı duyuyoruz. Ki, o ilk nesil, tabiri caizse iğneyle kuyu kazarcasına Allah´ın kitabından bizlere ve kendilerine bir usul, yol, yöntem belirleme uğraşısı içerisinde oldular.  Ama yanlışları da olmadı mı? Elbette! 

Yine bu oluşan yanlışları kervan yola düzüldükten sonra oluşan ve gayretli bir çaba sonucunda izale edilen yanlışlıklar ve ikinci olarak da kişinin durduğu yerin bir ?selefist? form içerisinde içselleştirilmesinin doğal bir sonucu olarak görüyoruz.

Biz burada o çizgiyi incelikli bir tahlilden ziyade olaylara, olgulara bakışları açısından üç ana kategoriye ayırabiliriz. 

 

1- Eksenine Kur´an´ı aldıktan sonra, ondan yola çıkarak çalışmalar yapan, onda derinleşmeye çalışan ?Rasihun- ama ne yazık ki toplumsal sorunlara bazı kaygılar itibarıyla pek eğilmeyen grup,

 

2- Kur´an´a eğilen, onu aynı zamanda anlamaya çalışan ve akabinde de kurtarılması gerektiğine inandığı toplumun Kitabi çerçevede ıslahından yola çıkıp, bir metot zannıyla politik kulvarda gelenekçiliğin ağına düşüp, onda kaybolan grup, 

 

3- Hem Kitab´ı anlamaya çalışan, onu içselleştirip ondan yapılan çalışmalar sonucu bir usul belirleyen, onu hayatının eksenine yerleştiren, onun çağa seslenen mesajını bayraklaştıran ve ?Hakk´a şahitlik? düsturuyla, toplumsal olaylara eğilen, adaletli davranan, kimliğine bakılmaksızın mazlumdan yana zalime ve icra edilen zulme karşı duran ve bu duruş ve bu bakış açısıyla geleneksel ve modern kirlenmişliğe karşı duran, hakkı kaldırıp yücelten, batılın ise daima zelil olması için Rabbinin dinine destek olmaya çalışan gerçek Kur´an nesli. 

 

Bir de bu üç kategori dışında durduğuna inandığımız bir grup daha var ki, bir arınma niyetiyle Kur´an´a yaklaştığı halde, olası bir dünyevi kaygıyı baz alan, ya da akademizmin vermiş olduğu ilmi/ bilimsel ağırlık (!) sonucu onu ?yani Kur´an´ı- incelenmesi gereken bir nesne, tarihselliği söz konusu olan (!) geçmişe ait kutsal bir metin mesabesinde görüp, modernist bir bakış açısı ve kalkış noktası itibarıyla küresel ve ona bağlı yerel planda yürürlüğe konulmaya çalışılan projelerde ?kalpte değil; incelikli olamayan akılda ve kalemin ucunda- kendilerine tevdi edilen rollere soyunan grup. 

Bu gruba dahil olan insanların Kur´an anlayışları sakat bir temel üzere durmakta ve gelecek içinde olası bir tehlikeyi bünyesinde barındırmaktadır. Birinci grup, sözde Kur´an´ın gölgesinde kendilerini farkında olmadan bir daire içerisine hapsetmektedirler, ki bu biz bu çemberi bir nevi ?selefizm´ olarak adlandırabiliriz. 

İkinci grup ise, yola halis niyetlerle çıkıldıktan sonra, iflah olmaz bir popülizm girdabına kapılıp, demokrasiye ve oradan da hem gelenekten ve hem de yürürlükteki modern temelden yararlanan devleti yeniden tahkim etmeye çalışan grup? 

Üçüncü grup ise, fert fert tarih içerisinde oluşan kimlik kirliliğini bir arınmayla birlikte izale etmeye, hakka şahitliği baz almaya, sisteme karşı durmaya ve itikada taalluk etmeyen bir tarzda sistem içi araçlardan da yararlanma yolunu deneyen muvvahhid grup olarak karşımıza kendi teorisi ve pratiğiyle karşımıza çıkar. 

Dördüncü grup ise, yukarıda belirttiğimiz vech ile küresel bir projenin ?hınk deyiciliğini´ üstlenmiş bulunmaktadırlar. Bu grubun yapıp etmelerini formülle edersek eğer; karşımıza ?Firavun, Karun, Bel´am´ üçlüsünün sonuncusu olarak çıkar! Kategorik olarak bu dört grup dışında bir iki grup daha vardır ki, bunların Kur´anla ilişkileri karşımıza ya ?Kur´an´ı biz anlamayız!´cı bir anlayış çıkar ki, bu anlayışın, çok yavaş da olsa etkisinin toplumsal bazda kırıldığına şahit oluyoruz. 

Bu sevindirici bir gelişme olmakla birlikte, kendi içerisinde ani kırılmalara uğramaktadır aynı zamanda! Diğer grup ise, tarihsel süreç içerisinde zahiri olarak temel kaynağı baz alarak var olan ve kendine meşruiyet alanları oluşturan, sorunların çözümüne yönelik fıkıh geliştirme ve içtihad etmenin önünde durup, zamanın şartlarında bir anlamı olan, ama günümüzü anlamada, anlamlandırmada pek de geçerliliği bulunmayan, akabinde ise donuklaşmış kalıplardan yola çıkarak, kendine özgü ve adı üzerine itikadi bağlamda da bir selefiliği öngören anlayış ve grup. 

Dikkat edilirse, yukarıda sıraladığımız, düşünce yapılarını az çok irdelediğimiz gruplar içerisinde, var olan toplumsal sorunlara kompleksiz bir şekilde yaklaşan grubun-kendi içlerinde yekpare olmasalar bile- üçüncü grup olduğunu görüyoruz. Mutlaka o üçüncü grubu oluşturan insanlarında elbette bakış açılarında yanlışlıklar, eksiklikler söz konusudur. Ama belirgin olan bir şey varsa, o da Hakk´a şahitlik bağlamında pratikler oluşturmalarıdır. Ki onları özgün kılan da bu çabalarıdır.

Uyarı! Yapmış olduğunuz yorumlar incelendikten sonra onaylanacaktır onaylandıktan sonra gözükecektir


Resimlere Tıklayarak Kitap Satın Alabilirsiniz

YAZARLAR