Reklam Görüntülerine Tıklayarak Kitap Siparişi Verebilirsiniz


Sait ALİOĞLU


SİNEMA VE “TEBLİĞ SİNEMASI” ÜZERİNE BİR DEĞERLENDİRME

Sait Alioğlu'nun "yeni" yazısı...


-“Hacı Fellini” nam Mehmet Tanrısever’in Çabaları-

Sinema konusuna dair ‘özet’ bir bakış

Hayatın hemen her alanında yıkımların yaşandığı bir vasatta, modernleşme dalgası ile kendine, toplumuna, dinine, inancına, örfüne ve geleneğine yabancılaştırılan insanların bu durumu, elbette, onun direkt bir suçu ve kabahati olmadığı halde, sinemayı ‘yine’ kendisi üzerinden dikte ettirilen yeni anlayışlara bakıldığında, onu başta ideolojik bir araç, daha sonra ise, ideoloji karışık bir eğlence ve hatta kültürlenme aracı vazifesi gördüğü söyleyebiliriz…

Sinema konusuna dâhil edilmek üzere, yukarıda saymaya çalıştığımız yaklaşımları da dikkate alırsak eğer, o zaman bu alanla ilgili doneleri ve fenomenleri ele almak, başlı başına akademik çalışmaları gerektirir. Bu meyanda özetle şunları söyleyebiliriz; “Günümüzde modernleşmeyi, bir ideolojik yıkım ve toplumu illa da, sonucu ne olursa olsun, Batılaştırma aracı olarak görmeden hareketle alıp değerlendirdiğimizde, eskisine oranla, birçok sanat alanında olduğu gibi, sinema alanında da güzel şeyler yapılabilir.

Yine, bir dönem, ilk çıkış mantığına kıyasla, yanlış ellerde lümpenleştirilen, daha sonralar da ise salt ideolojik hale sokulan, bir dönemde ise, bu sanatı muhafazakâr ‘Türk’ izleyicisine sevdirme düşüncesi ile millileştirme çabalarına koşut olarak, günümüz İran’ında –kısmen de devletin resmi görüşü ve sağladığı kaynak açısından- ‘hikmetli’ hale getirilmeye azami gayret gösterilen sinemanın, bu hikmet olgusundan taviz vermeden ve sanatı da sulandırmadan bir çaba içerisine girilebilir.

Doksanlı yılların başında, yapımcığını Mehmet Tanrısever’in üstlenmiş olduğu “Minyeli Abdullah” filmini, bir sinema salonunda aile izleme imkânı bulmuştuk. Onun, bu yapımdan başka, yapımcılığını ve yönetmenliğini üstlendiği “Sürgün” gibi birçok filmi bulunmaktadır. (1)

Biz bu yazımızda genel olarak sinema, özelde Türk sinemasının Batıcı/ulusalcı ve yine Batıcı/sol cenahın yaklaşımı ile birlikte, sinemayı salt sanat yönünü ıskalaman, onu bir tebliğ aracı olarak görüp tanımlayan yapımcı ve yönetmen Mehmet Tanrısever’in konuya dair yaklaşımına yönelik bir değerlendirmede bulunmaya gayret göstereceğiz…

“7. Sanat” üzerine bir, iki kelâm…

7. Sanat, güzel sanatların geleneksel altı dalına (resim ve heykel, mimari, dans, tiyatro, edebiyat ve müzik) sonradan eklenen “sinema sanatı” nı anlatan deyim olarak öne çıkar.

Sinema, teknolojinin gelişmesiyle doğru orantılı olarak geç ortaya çıkan bir dal olduğu için, yedi sanat dalı arasında en genç olanıdır. İnsana ve hayata dair her şeyi içinde barındıran sinema için “yedinci sanat” ifadesi de sıklıkla kullanılır. (2)

Önce Türk Sinemasına Genel Bir Bakış

Söylemek gerekirse, bu ülkede uzun yıllar, bir kısmı Batı menşeli, bir kısmı da Doğu menşeli, yani bize ait olduğu halde, o da dinin esprisinin yanlış anlaşılmış olmasından ve ileri sürülen delilerin kahir ekseriyetinin sığlığından olsa gerek, birçok sanat dalı gibi sinemada adeta “sinema haramdır, haram kardeşim!” yaklaşımından nasibini bolca almıştı.

7. Sanat olan Sinema, bu tür bir anlayışın başladığı ve devam ettiği dönemde, cumhuriyetle birlikte oluşan devrimlerin sonucunda, izlerini, ta Osmanlı son dönemlerinde gördüğümüz minval üzere Batı’dan ithal seküler bir hayat tarzına, toplumda yer açma ve onu desteklemeye yönelik “devletlû çabaların” sonucunda, hemen her alanda Batıcılık akımı böyle bir telakki içerisinde revaç bulmuştu.

Bu revaç bulma hali, kendini sinema alanında da hissettirmişti. Onun üzerinden Batılı hayat tarzının beyaz perde üzerinden toplumsallaştırılması sonucu sinema, başlı başına bir sanat olmakla birlikte aynı zamanda ideolojik olarak işlevselleştirilmişti.

Sinema sanatını, Batıcı/ulusalcı “egemen” çevre ile birlikte, bu ülkede Marksizm üzerinden sosyalist karakterli bir devrim, ihtilâl peşinde olan solun bir bütün olarak, birçok alanda olduğu üzere, sinema alanında da, 27 Mayıs darbesi sonrasında yapılan ve bir hayli özgürlük alanı içeren Altmış İki anayasasının sağladığı kolaylıklarla hareket ettiği gözden kaçmamalıdır.

Elbette bunda, anayasallığın sunduğu imkânların yanında bir de, sona doğru geldiğimizde, yetmişlerin devrim havasının da bunda etkisi olduğu söylenebilir.
12 Eylül darbesi sonrası süreçte, bu kez, devleti yöneten aklın ideolojik ortamda var olan dört eğilimin bir araya getirilmesine yönelik çabaları ile birlikte, dünya genelinde revaç bulan küresel liberal anlayışa, diğer ideolojik unsulardan ziyade solun kapılması sonucunda, onun, kendini birçok alanda “yeniden” var kılma çabası içerisinde yer almaya başladığını görmekteyiz.

Bu duruma, solun sinema üzerinden liberal görüngüsü diyebilirdik.
Bu iki Batıcı cenahı, yani salt Batıcı/seküler Türk ulusalcısı ve sol cenahı bir tarafa koyduğumuzda, o da, genelde büyük oranda İslami anlamda var olan temel esprinin yanlış yorumlanmasına yönelik, özellikle de resim, tiyatro ve sinema sanatının “haramlığına” dair yargıları dikkate aldığımızda, milliyetçi cenahtan ziyade “muhafazakâr” cenahın “olmazcı, haramcı” yaklaşımın devamı sinemanın kabulünü de zorlaştırıyordu.

Daha çok geç tarihlerde bile (ör. seksenler)İslâm dünyasının halinin tasvir edildiği, sahnelenmek istendiği birçok tiyatro eserine, gidilen bölgelerde etkinliği bulunan birçok âlim, molla ve meşayıhın “o zinhar haramdır!” dediği tiyatro sanatına karşı çıkma durumlarını da eklediğimizde sinema sanatının nice badireler atlatıp günümüze geldiğini fazladan anlatmaya gerek kalmaz sanırız…
Muhafazakâr karakterli sinemadan önceki dindarlık adına görünen “pejmürde” hâl…

Türkiye’de, yönetmen Mehmet Taırısever’den önce, tebliğ sineması kalıbından ziyade, birçoğu İslâm tarihi ile bağlantılı birçok “tarihi filmin” çekimi gerçekleştirilmişti.

Bir filmlerin ortak özelliği “dinin” hayata pek müdahalesinin bulunmadığı, ama onun üzerinden bazı duyguların önplanda bulunduğu, aşırı bir kutsallığın öne çıkışı ile alakalı oluşuydu.

Bu filmlerde göze çarpan en önemli eksikliler ise, mekân ve ortam seçimindeki isabetsizlik, “tarihi çağrıştırıyor diye” pek de anlamı olmayan, rol alan kişilere giydirilen elbiseler ve kullanılan birçok aksesuarın absürtlüğü başlı başına öne çıkıyordu.

Bu tür filmler, büyük oranda, bazı film şirketlerinin var olan dinî hassasiyetlerinden ziyade, birçok mücbir sebebin birleşiminden oluşan maddi açıdan piyasa yapmaya yönelik çabaların bir ürünü olarak ele alınıp değerlendirilebilir.

Tarihi filmleri ulusal dürtüleri hamasete tahvil etmek ve dinî filmlerden ise, milletin kutsal değerlerini, o mücbir sebeplerden dolayı maddiyata tahvil etmek, akla gelen gerekçeler olarak düşünebiliriz.

Bunlar genel hatlarıyla 12 Eylül öncesinde Türk sinemasında kendine yer bulan konular olarak öne çıkıyordu.

Bununla birlikte, solun Altmış İki anayasasının sağladığı şartları iyi kullanması, onun bu yolla sinemada da görünürlüğünü sağlamıştı.

O, sinema üzerinden, onu bir nevi propaganda aracı olarak kullanmış ve “bir iddia olarak söylersek eğer” toplumsal planda kitap okuma oranının her zaman düşük olduğu Türk toplumunda, bu durumdan istisna kılınmayacak olan sola sempati ile bakan birçok genç dahi, bu tür filmler üzerinden sol adına devşirilmişti.(3)

Bununda altını çizmek gerekir. Solun, sinema alanında, propaganda temelli de olsa, sinema alanına el atmasının toplumsal planda giderek ağırlık kazanması, aynı zamanda “milliyetçi ve İslam’a yaklaşım anlamında muhafazakâr duran birçok çevreyi de etkilemişti.

Birazda, konu ile ilgili olarak bagajda duran ve sinemanın “zararlarına yönelik” o meşhur “haram” yaklaşımı/nı tamamen olamasa da, belli bir oranda aşmayı amaçlayan muhafazakâr çabalarında, yürürlükte olan anayasanın teyit ettiği kültürel haklar bağlamında bir işe yaradığı söylenebilir. O süreçlerde, başta salt amatör, daha sonra ise yine “anlam açısından” amatörlüğün baskın olduğu birçok profesyonel çabanın da varlığı bilinmektedir.

Hem 12 Eylül’e ramak kala ve hem de 12 Eylüllerin sonrasında Batıcı/ulusal, Batıcı/sol ağırlıklı sinemanın yanında bir de milli/yetçi sinema ile birlikte, dönemin değişen ve dönüşen sosyal, siyasi, kültürel e ekonomik şartlarının da itkisiyle, merkezde İslâmî kaygının bulunduğu ve İslâm’ı geniş kitlelere anlatma çabalarına yönelik muhafazakâr tandanslı bir tebliğ sineması olgusu vücut bulmuş oldu.

Bu alanın en bilinen ismi, başta Palerno’da olmak üzere birçok yerel ve uluslar arası ödüller kazanan yönetmen Mehmet Tanrısever’den başkası değildi.

İş insanı yapımcı ve yönetmen olarak Mehmet Tanrısever

Biz, onu yukarıda da belirttiğimiz üzere doksanların başında yönetmenliğini üstlendiği Minyeli Abdullah” adlı yapımdan dolay tanıyor ve biliyoruz.(4)
Bu tür konuları gündeme almak, onu amaç haline getirmeden, “ulvî bir faydaya istinaden” onunla yatıp, onunla kalkmak, onunla dertli olmak gerekir ki, Müslümanlar olarak eksik bıraktığımız sinema alanda da derli olmamız gerekir.

“Ülkemizde son dönem dertli yönetmenlerden Semih Kaplanoğlu ve Derviş Zaim’i sayabilirken, 70’ lerden günümüze Mesut Uçakan ve İsmail Güneş’i İslami değerleri sinemaya uyarlayabilmiş yerli yönetmenler olarak sayabiliriz.

Halbuki 2016 yılında yayınlanan Sinemanın Kökleri isimli kitapta Enver Gülşen sinemayı şöyle tanımlıyor: “Sinema, karanlığın yüreğinde O’na dönüp ilaç dileyen dertlilerin, modern çağlarda aldığı cevaptır adeta. Bir yanı balçığa batması ama öte yanıyla Allah’ın ‘ruhumdan üfledim’ dediği eşref-i mahlûkat olan insanın yüreğine temas etme kabiliyetiyle ruha ‘uçmasıyla’, aynı insanın kendisi gibidir sinema… Bir yanıyla esfel-i safilin’e, öte yanıyla da ahsen- i takvim’e bakar. Sinema, Batı düşüncesi ve sanatının kriz noktasında ortaya çıkmış bir sanat olarak, insanlığın ‘yeni söz’ arayışının, yani karanlığın zirvesinde gerçekleşmiş bir doğum anının ismidir.” (5)

Dertli insanlardan birisi de o…

Biz doksanlı yıllarda, onun yukarıda da belirttiğimiz üzere italya’nın Palerno şehrinde almış olduğu sinema ile ilgili uluslar arası ödül üzerinden önemli bir başarı sağladığına istinaden, onu yine sinema alanında başarıları ile dikkat çekip ödüller kazanan İtalyan yönetmen Federico Fellini ile bir bağ kurularak ona, Müslüman mahallede gıyabında “Hacı Fellini” deniyordu.

Mehmet Tanrısever Kim?

Mehmet Tanrısever, 1953 yılında Konya’nın Bozkır ilçesinde doğmuş, ilkokul tahsilinden sonra çalışma hayatına atılmış ve madeni eşya imalatı yaptığı Mert Çelik adlı firmayı kurup yönetmiş olup aynı zamanda sinema ve sanata da ilgi duymuş. Bu ilgiye istinaden yapımcı sıfatıyla “Minyeli Abdullah” filmi ile Türk sinemasına adını duyurmuştur.

Yapımcılığını üstlenip başarılı olduğu bu ilk filmden sonra da sinema alanında birçok filminde yapımcılığı görevinde bulunmuştur.

O, “Yönetmen kimliği ile 1991’de Sürgün (film)’i ile seyirci karşısına çıktı. Bu filmle uluslararası 45. Salemo Film Festivali ve 11. Taşkent Film Festivalinde ödüller aldı. Aynı dönemde birçok yerli filmin de yapımcılığını üstlendi. Kişisel hayatı ve dünyaya bakış açısıyla ilgili konuları içeren ‘Varolmanın Yolunda Zengin Olmak’ adlı kitabını yazdı.”(6)

1953 yılında Konya’nın Bozkır ilçesi bağlı Bağardı köyünde doğan Mehmet Tanrısever, ailesinin ekonomik sebeplerden dolayı İstanbul’a göç etmesi sonucu, ilk çocukluk, eğitim ve iş hayatını bu şehirde sürdürmüştür.

İş insanı sıfatıyla birlikte, yapımcı ve yönetmenlik koltuğunda oturan Mehmet Tanrısever, “Türk sinemasında adını ilk kez Minyeli Abdullah filmi ile duyurdu. Minyeli Abdullah filminin devamı çekildikten sonra Çizme (film) 1991 ve Benim Zaferim (film 1991, filmlerinde yapımcılığa devam etti. 1992 yılında Sürgün (film)’inde ilk kez yönetmen ve senaryo yazarı olarak görev yaptı.
1994 yılında Garip Bir Koleksiyoncu (film) filminin yapımcılığını üstlenen Mehmet Tanrısever 1995’te ‘Gökkuşağı’ adlı TV dizisinde çalıştı. 2000 yılında Sürgün Öğretmen (film) adlı filmin yapımcılığını yaptı. Bu filmden sonra bir süre sinema hayatına ara verdi. 2011 yılında Hür Adam filmi ile yeniden sinemaseverlerin karşısına çıktı.”(7)

 

“Hacı Fellini”

Dünyada her insanın bir benzerinin olduğu söylenir. Doğrudur. Bu benzene, o iki insan yüzlerce yıldır birbirlerinden farklı coğrafyalarda yaşıyor olsalar, bir ihtimaldir ki, insanların birçok sebeplerden dolayı gruplar halinde, bulundukları yerlerden başka coğrafyalara gitmelerine rağmen, aynı atadan tevarüsen üzerlerinde taşıdıkları biyolojik özelliklerden tutun da, sosyal, kültürel ve kişisel benzerliklere kadar birçok konuda benzerlik taşıyor olabilirler. Bunu izahı da mümkün elbette…

Bir de birbirleriyle fiziki, sosyal, kültürel ve en önemlisi de biyolojik özellikleri bulunmayan, ama belli bir alanda, omda “kendi çabaları sonucu” başarılı olup çeşitli ödüller kazanmış kişileri birbirleriyle denkleştirmek de mümkündür.

İşte, muhafazakâr kimliğiyle sinemayı propaganda için değil, salt bir tebliğ aracı olarak kullanmış bulunan ve bu uğurda epeyce filmin yapımcılığını ve yönetmenliğini üstlenmiş bulunan Mehmet Tanrısever’in bizzat kendisi de, sinema yönetmeni olan İtalyan Federico Fellini gibi gerek ulusal ve gerekse de ulualararası ödüller aldığı için olsa gerek Türkiye kamuoyunda “başarılarının benzerliği dolayısıyla” “Hacı Fellini” ismiyle tanınıp meşhur olmuştur.
Biz, doksanlarda onu bu isimle anıp başarılarından dolayı taltif etmeye çalıştık.

“Bir döneme damgasını vuran Minyeli Abdullah filminin yapımcısı Mehmet Tanrısever, namı diğer “Hacı Fellini” bugün sinema yolculuğuna sadece yapımcı ve yönetmen değil aynı zamanda senaryosunu yazdığı, kurgu editörlüğünü yaptığı, müziklerini seçtiği filmlerle tam bir auteur (8) sinemacı kimliğiyle devam ediyor.”(9)

“Film bir tebliğ aracı olmalı”

Filmleri bir tebliğ aracı olarak çektiğinin altını çizen Mehmet Tanrısever, sinema ve kültürün varlık sebebine vurgu yaparak, maddi anlamda ne durumda olunursa olunsun –peynir ekmek yeme durumu da dahil- sanata önem verilmesini ve çocukların absürt filmleri izlemekten korunması gerektiğine işaret ediyor; “Türk Sineması sulu komedi filmleri ve entrika dizileriyle dolu… Sahtelikler, cinsellik. Bu canımı çok acıtıyor. Artık toplum öyle bir noktaya gelmiş ki her yerde bir depresyon hâkim. Dünya sineması da duygudan yoksun. Sevgi, dostluk, merhamet filmleri geri planda… Hep bir yapay zekâ vurgusu, uzaylılar, tek tip insan, tek din, tek millet yaratmaya çalışıyorlar. Bunlar büyük bir proje. Buna direnmeye çalışan gruplar da var ama bunlar baskın çıkıyor. İnançlar yok edilip yapay bir inanç sistemi oluşturuyor. Küresel gücün bir projesi bu… Kıyametin büyük alametlerinden olarak görüyorum” diyor. Bununla mücadele etmenin aracı da yine sinema Mehmet Tanrısever’e göre. Yerli, milli, ahlaki ama aynı zamanda evrensel içeriklerle üretilecek filmler. “(10)

O, fabrikada da yönetmen…

O, hem br iş insanı ve gönül vermiş olduğu sinemayı bir tebliğ aracı olarak görüp değerlendirmesinin yanında, aynı zamanda yapımcılılığı ve yönetmenliğini üstlendiği filmlerin etkisiyle olsa gerek, o üretim yaptığı fabrikasında da “yönetmen” koltuğunda oturmayı sürdürmektedir; Fabrikada ödül, ceza ve eğlenceyi birleştiren Tanrısever “hayallerimin çok üzerinde” dediği fabrikadan sonra yönetmenliğe de kaldığı yerden devam kararı aldı.

Cengiz Aytmatov’la birlikte bir film projesi üzerinde çalışan Mehmet Tanrısever yönetmenliğin kendisi için bir tutku olduğunu, vazgeçmesinin mümkün olmadığını belirterek “Bana soruyorlar, fabrika patronluğuyla sanatı nasıl bir arada yürütebiliyorsun? Patron olarak kendimi özgür hissediyorum. Özgürlüğün getirdiği rahatlığı yönetmenliğe yansıtıyorum. Yönetmenlik sadece film setinde olmuyor. Ben fabrikada da bir yönetmenim. Dikilecek bir fidandan yapılan ihracata kadar her şey benim yönetimimde. İşçileri ve işi mutlu olacak şekilde idare etmek en büyük yönetmenliktir” diyor.

Mehmet Tanrısever bugünkü sinerjisiyle çok daha iyi, çok daha değişik filmler çekeceğini söylüyor: “Farklıyım. Farklılığım, dünyaya olan bakışımdaki rahatlık. Bu durum sinemaya da yansıyacak.” Böyle iş dostlar başına Sabah mesaisi öncesinde Kur’an okunuyor ve fabrikanın diskosunda dans ediliyor.Öğle yemeğinden sonra tiyatro ve talk show seyrediliyor. Fabrikaya gelen entelektüellerden Türkiye gündemi dinleniyor. Okuma-yazma bilmeyenler kursa gidiyor. Tenis kortunda ter atılıyor, havuzda serinleniliyor, şelale kenarında dinleniliyor. Fabrikadaki sinemada en iyi filmler izleniyor.”(11)

Minyeli Abdullah filmi ona sinema salonu aldırmış…

Hekimoğlu İsmail’in aynı adlı romanından esinlenerek senaryolaştırılarak film haline getirilen “Minyeli Abdullah” çalışması, çok ilgi gördüğü için yapımcısına sinema salonu dahi aldırmıştı.

Bu sinema salonu, gerek film izletme, gerek birçok kültürel etkinliğe mekân olması açısından, dünden yarına İslami karakterlilik içerisinde, Türkiye açısından muhafazakârlıkla birlikte İslamcılık açısından da tarihe kayıt düşülecek oranda bir işlevselliğe ev sahipliği yapmış bir mekân olarak hafızalarda yerini koruyacaktır.

“Hikâye, 1990’da beyazperdeye ‘Abdullah’ın haksız yere tutuklanması merkezinde yansıtıldı.

Mısır’ın İngiliz idaresine girmesiyle ülkede kültürel ve dini değişimler olmaya başlar. Halkın zamanla İngilizlere benzemesi, geleneklerine bağlı olan ‘Minyeli Abdullah’ı derinden etkiler. ‘Abdullah, evinde dini sohbetler düzenler ve insanlara İslamiyet’i anlatır. Komşularından biri ‘Abdullah’ı örgüt kurmakla suçlar ve emniyete şikayet eder. Evine yapılan bir baskınla ‘Abdullah’ tutuklanır. ‘Abdullah’ın hapse girmesiyle eşi ‘Sevde’ babasının evine gider. Ailesinin baskısıyla da ‘Abdullah’tan boşanır. Hükümete karşı gelmekle suçlanan ‘Abdullah’, dini sohbetlerine hapishanede devam eder. Bu durumdan rahatsız olan emniyet müdürü ise ‘Abdullah’ın idam edilmesi için her yolu dener.

Gösterime 16 Şubat 1990’da giren ‘Minyeli Abdullah’, öylesine ilgi gördü ki dönemin gişe rekorunu kırdı.. Hatta yapımcısı Mehmet Tanrısever, seri haline getirmeyi istediği ‘Minyeli Abdullah’ın gösterim merkezi haline getirmeyi amaçlayarak Hakan Sineması’nı satın alıp Feza Sineması’na dönüştürdü.”(12)

“Haram, efendin haram”dan sanata ve sinemaya yol bulmak…

O, hayata, bir işçi olarak başlamış, sonra uğraştığı iş üzerinden iş insan olmuş daha sonra ise, sanata ve özellikle de 7. Sanat olarak ünlenen sinemaya merak sarıp, onu inancı uğruna bir tebliğ aracı olarak görmüş ve mesaisinin büyük bölümünü sinema için harcamış birisi olarak, alanında hak ettiği yeri elinde tutmaktadır.

Onsan dolayı, o, İtalyan yönetmen Fellini ile kıyaslanacak kadar, hatta belki de ondan daha da önemli bir işlev içerisinde olduğundan dolayı, bu hak edişe çok fazlasıyla layık görülmektedir.

Müslümanlara dair, bugün içerisinde bulunulan –birçok iyi yön ile birlikte- büyük oranda var olan yanlışlara bakıldığında, bir zamanlar, İslâm adına bahsedilen medeniyetin içini dolduran donelere bakıldığında, eskiden adına “bediiyat” denen güzel sanatlar(estetik bilimi) olgu üzerinden bir okuma yapmış olsak, bazı yanlış ve eksikbırakılan taraflar sarf-ı nazar edildiğinde, bizim daha düne kadar sinema için “haram, efendim haram!” yaklaşımının ne kadar kel, fodul bir yargının eseri olduğunu görebiliriz.

Bunun birçok mücbir sebebi var olmakla birlikte, “şehir ortamında yaşıyor olsalar dahi” Türkiyeli Müslümanların kahir ekseriyetinin köyden, kırsaldan elde ettiği ve kendisinin pür İslâmî olarak görüp değerlendirdiği mevzuların, o da salt zihinsel anlamda kabalık, köylülük ve nobranlık içerdiği söylenebilir.

Burada salt “köylülük” derken, bunun ne olursa olsun, uğraşı olarak tarımın ve hayvancılığın önplanda olduğu kırsal kesim olarak düşünmenin ötesinde, geçmişten bugüne gerek yönetim erkini kendi elinde tutan yönetici taifesinin halka yönelik birtakım kısıtlamalar, yerelde etkin bulunan yönetim kadrosundaki şahıslarla, güç sahibi birçok insan ve çevre ile sözde “din adına” topluma yol gösterici konumda bulunanların belirttiğimiz bediiyat(estetik) konularına yönelik “haramcı ve yasakçı” yaklaşımları, dün birçok alanda olduğu gibi, bugünde kendini sinema gibi görselliğe dayanan sanatlara bakış açısında da göstermiş bulunmaktadır.

Bizim Fellini, yani Mehmet Tanrısever, görüldüğü kadarıyla olumsuz anlamda toplumsal ilişkilere yansıyan kabalığın ve nobranlığın giderilmesine yönelik olup estetik değere haiz sanatla ve özellikle de hafızalarda çok rahatlıkla yer edecek olan ve yapısı gereği görselliği içeren sinemayı(7. Sanat) içerdiği güzel yönlerini de işin içerisine katarak, onu İslâm adına bir tebliğe memur kılmak için birçok çaba içerisinde bulunmuş…

Anlaşılan o ki, onun gözüyle bakmaya çalıştığımızda, o, sinemayı salt ve sıradan ve “buyurgan” bir eda ile insana seslenilen sıradan bir araç olarak görmekten ziyade, işin içerisine dünden bugüne insanlığın medeniyet içre elde ettiği güzel değerlerin mezcedildiği bir vasatta bir şeyler ortaya koymak için çalışıp çabalamış… Bu da onun bir mirası olması ve bulunması gereken yerde kalacak ve tarihe not düşülerek hak ettiği değerle sonsuza dek yaşayacaktır.

 

Dipnotlar:
1)http://www.kameraarkasi.org/yonetmenler/mehmettanrisever.html#google_vignette
2) https://kulturveyasam.com/sanatin-7-dali/
3)1975 yapımı, senaristi ve yapımcısı Yılmaz Güney olan, yönetmen koltuğunda ise, Bilge Olgaç’ın oturduğu ve başrolde Azra Balkan, Güven Şengil ve Oktay Sözbir’in bulunduğu sosyalist içerikli Türk filmi…
4) https://tr.wikipedia.org/wiki/Minyeli_Abdullah_(film)
5) https://egitimledirilis.com/mobil/?hasan-sadi-yurguc/misyonerlikten-islam-davetine-musa-bangura-1568y.htm
6) https://tr.wikipedia.org/wiki/Mehmet_Tanr%C4%B1sever
7) https://tr.wikipedia.org/wiki/Mehmet_Tanr%C4%B1sever
8) Auteur teorisi, François Truffaut tarafından 1954 yılında yazılan bir makalede ortaya atılan teoridir. Teoriye göre iyi ve kötü filmlerin olmadığı, iyi ve kötü yönetmenlerin olduğu savunulmaktadır. Bu teori yönetmenleri ressamlara, film ekibini de bir nevi boyaya benzetmektedir.( https://tr.wikipedia.org/wiki/Auteur_Teorisi#:)
9) file:///C:/Users/bekir/Downloads/Kitap_Bolumu_Haci_Fellini_MEHMET_TANRISE%20(3).pdf /
10) file:///C:/Users/bekir/Downloads/Kitap_Bolumu_Haci_Fellini_MEHMET_TANRISE%20(3).pdf
11)http://www.mehmetnuriparmaksiz.com/3531/yapimci-mehmet-tanrisever-le-roportaj-guzin-osmancik
12) https://www.haberturk.com/oyle-ilgi-gordu-ki-yapimcisina-sinema-aldirdi-2661024

 

Kaynak:: Farklı Bakış


 

Uyarı! Yapmış olduğunuz yorumlar incelendikten sonra onaylanacaktır onaylandıktan sonra gözükecektir


Resimlere Tıklayarak Kitap Satın Alabilirsiniz

YAZARLAR