Reklam Görüntülerine Tıklayarak Kitap Siparişi Verebilirsiniz


Sait ALİOĞLU


Cumhur´un İttifakı; Muhafazakârlıktan Milliyetçiliğe Bir Evrilme Mi?

Altmışlı yıllara gelindiğinde, Türk milliyetçiliği devlet, özellikle de askeri bürokrasi içerisinden gelen zevatla kendini toparlamış ve peşi sıra birkaç farklı isim altında siyasi arenada boy göstermişti


"Her şey, aslına rücu ediyordu, ama..."

Osmanlı Batılılaşması sonucunda, halk katmanında gerek bir inanç ve gerekse de çeşitli formlar çerçevesinde kültürel olarak yaşanan İslâm´ın yerine geçecek oranda, hatta onun varlık sebebini tamamen ortadan kaldıracak oranda ihdas edilen salt Batıcılık ve yine bir ucundan Batıcılıkla birlikte millilik vasfı üzerinden İslâm´la bir bağı kurulabilecek olan Türkçü milliyetçiliğin, Osmanlının son döneminde elde ettiği görece başarısına rağmen cumhuriyetle birlikte, aslında temelde Batıcı olmasına rağmen Kemalizm´in baskısına maruz kaldığı söylenebilirdi. Baştan beri Türkçülük, Turan ideolojisi bağlamında değerlendiriliyordu. Gerçi yeni kurulan devlette, kendisini Türklük üzerinden inşa ediyor görünmesinin yanında, onun esas niyeti, Türk unsurunu tüm yönleriyle törpüleyip onun üzerinden Batıcı kanat içerisinde Batı mantalitesine uygun bir yer edinmekti.

Bin dokuz yüz ellinin başlarına kadar kendini, esas değerlerinden soyutlanmış ve Batıya adapte olmuş bir Türklük içerisinde var kılan yeni devlet, Osmanlıdan düşünsel form kalıpları içerisinde miras kalmış bulunan birçok -İslâmcılık- alternatifi yok saydığı, ezdiği gibi Türkçülüğü de çeşitli versiyonlarına bakmadan bir yok oluşa mahkûm etmişti.

1944 yılında başta Alparslan Türkeş olmak üzere birçok Türkçü şahsın tutuklanması hadisesine bakıldığında devlet, bir açıdan bu Türklüğü Batı yolunda zararlı ve engel gördüğünden dolayı yok saymaya çalışmış, bir açıdan da Türklüğü ´eğer, maksadınız Türklük ise, bu işi ben deruhte ederdim´ kabilinden o çok meşhur ´ben devletim, hemen her şeyde olduğu üzere Türklüğü ikame etmek de benim "aslî" işimdir´ diyerek meydan okuyordu.

Altmışlı yıllara gelindiğinde, Türk milliyetçiliği devlet, özellikle de askeri bürokrasi içerisinden gelen zevatla kendini toparlamış ve peşi sıra birkaç farklı isim altında siyasi arenada boy göstermişti. İşte Altmış İhtilâli´nin darbeci paşalarından olan Em. Albay Alparslan Türkeş´in kurmuş olduğu son Türk milliyetçi partisi olan MHP zaman, zemin değişimi, değişen ortam ve dış konjönktürün de el vermesi sonucunda, Ak Parti´nin birkaç yıl öncesine kadar ki süreçte, mevcut iktidarı çeşitli açılardan eleştirmiş, suçlamış ve yok saymıştı.

Ama yukarıda dile getirdiğimiz zaman-zemin farklılığa binaen Ak Parti ile Cumhurbaşkanlığı -daha doğrusu Başkanlık seçimi- seçimi öncesinde, seçimin kaderini belirleme konusunda ´CUMHUR´UN İTTİFAKI´ adı altında birleşme eğilimi göstermiş ve her iki partinin mecliste bulunan çeşitli kurullarının katılımı ile birçok toplantı yapılmış ve ittifak için bir sonuca varmaya çalışmışlardı.

 

İttifak bir iltihak mıydı, yoksa salt bir anlaşma mı idi?

Baştan belirtelim ki çeşitli siyasi renk ve aktörlerle bizde de onlarca yıldır süregelen modern siyaset anlayışı içerisine, adına koalisyon denilen ve iktidara ortak olan tüm ya da iki tarafın ilkeler bağlamında kendini, kendi değerleri ile işin içerisine yerleştirmesi sonucu getirecek olan ittifak, her zaman mümkündü.

Bu böyle olduğu sürece, tüm taraflar belli ilkeler çerçevesinde bir araya gelecekler, kendi değerlerini de koruyarak siyaset yapacaklar ve iktidarı elde tutacaklardı. Bunda bir beis yoktu. Zira gerek 12 Eylül öncesi CHP-MSP koalisyonu ile başlayan, yine o süreçte birçok milliyetçi, muhafazakâr partinin ortak katılımıyla iki kez milliyetçi cephe (MC) hükümetleri kurulmuştu. Bu yolu daha sonra 12 Eylül´ün akabinde ANAP sonrasında, DYP-SHP iktidarı ve en belirgin ve kırılgan bir şekilde RP ile DYP´nin ortaklaşa kurduğu REFAHYOL hükümeti bunlara örnekti. Yine ANASOL-M hükümeti de aynı şekilde kurulmuştu. Ama bu ortaklaşa hükümet olmalar, partilerin kendi içsel zaaflarından ziyade, büyük oranda dış konjönktürün ve içte de derin yapıların yıkım politikaları sonucu akamete uğramıştı.

 

-İttifak anlaşılır bir şeydi-

İttifak anlaşılır bir şeydi, ama daha seçim olup bitmeden, bize yansıyan görüntülere bakıldığında, on küsür yıldır tek başına iktidarda olan ve genel başkanı sıfatıyla da Cumhurbaşkanı makamını işgal eden bir partinin ittifakın gereklerine uygun davranmayıp, çeşitli vesilelerle yapılan resmi ya da gayr-i resmi toplantılarda, Rabia işareti yerine bozkurt işaretinde ısrar etmeleri, bu ittifakı, adeta birtakım derin ve açıklanamaz gerekçelerle Türklü ve Türkçülük adına bir iltihaka dönüştürdüğü gerçeği bizleri Ak Parti´nin bugüne kadar gelebilmiş misyonunda külli bir değişimin olacağı işaretini resmetmekteydi.

 

İktidarız, ama muktedir değil miyiz? 

Tek başına düşünüldüğünde pek bir anlamının bulunmadığı, hatta boş bir iddiadan ibaret sayılabilecek olan Alparslan Türkeş´in o çok bilinen "Biz dışarıdayız, ama görüşümüz iktidarda!" söylemine bakıldığında ve onu birçok açıdan analiz ettiğimizde, iktidar sahibi bir muktedirsizliğin yerine, iktidarda olmayıp dışarıda kalınsa dahi, görüş açısından hemen her alanda muktedir olma rolleri, bu ülke söz konusu olduğunda, değil İslamcıları, muhafazaklârları da aşacak oranda derin ve onları sonuçta denklem dışı bırakacak kadar derin, düşündürücü ve anlamlıydı.

Yukarıya çektiğimiz başlığı, büyük oranda gerek konjönktürün el ermesi sonucu, gerekse de muhafazakâr kadroların merhum Hasan Celal Güzel´in kendisi için öngördüğü ´temiz ve saf enayi´ tiplemesi örneğinde olduğu üzere muhafazakâr kadroların 2001 krizi sonrasında ele aldığı iktidar üzerinden ülkeyi görünür oranda düzlüğe çıkarmalarına bakıldığında, Türkçü düşüncenin iktidarsız muktedir olduğuna delâlet ederdi... Yine o konjöktürün imkânlarıyla, bugüne dek hiç bir iktidarın çözemediği, hatta çözmek için ciddi bir çabanın sarf edilmediği başta Kürt sorunu olmak üzere, Alevi ve Roman açılımı vb. konular, her ne kadar belli oranda bir çözüme kavuşturulmuş olsa da, Ak Parti´nin tek başına iktidarda kalmasının bir eseri olarak değerlendirilebilirdi.

Gerek Kürt sorununun Suriye hadisesi üzerinden Afrin örneğinde olduğu üzere dışa taşmasının getirmiş olduğu ve oluşturduğu boşluktan mütevellit olarak, ülkenin çokça dile getirilen beka sorunu konusuna baktığımızda, Ak Parti´nin işte bu beka meselesini çözme sadedinde MHP´ye yaklaştığı, yakınlaştığı, hatta kim ne derse desin, bir bozkurtçu selamlama sembolü üzerinden MHP´lileştiği söylenebilirdi.

Bu da temelde eğer var idi ise, sırasıyla İslamcılığın ve yine kendi dayandırdıkları temel açısından söylersek muhafazakârlığını behemahal izale ediyor, onu adeta yok sayıyordu.

 

MHP´yi Ak Parti´ye yaklaştıran esas sebep!

12 Eylül referandumu sonrasında kararlaştırılan ve Cumhurbaşkanının ilk kez halk tarafından seçilmesini öngören -ama bu işe MHP´de karşıydı en başta- 14 Ağustos 2014 günü yapılan seçim arifesinde, Ak Parti ve yüzü birçok açıdan iktidar partisine dönük bulunan çoğunluk dışında kalan ve yine önemli bir yekûn tutan seçmenin CHP, MHP başta olmak üzere Ekmeleddin İhsanoğlu üzerinde anlaşıp birlikte seçime gitmelerine bakıldığında, o dönemki Ak Parti´nin MHP´yi rahatsız ettiği düşünülen argümanların bu süreçte izale edildiği varsayılabilirdi.

Bunları kısaca şu şekilde özetleyebilirdik; A-Kürt sorunu konusunda Ak Parti´nin masayı deviren taraf olma riskine rağmen, rejim adına fabrika ayarlarına geri dönmesi, B- Laik devletin onlarca yıldır bir dengeleme unsuru olarak ortada bıraktığı imajı oluşan Alevi sorununun çözüme gidilmesi, Suriye ve Irak üzerinden içe yönelik tehlike arz eden DEAŞ faktörünün bertaraf edilmesi, PKK tarafından yapılan saldırıların, yerli unsur silahların kullanımı ve ortaya konan iradenin onlar açısından umut vermesi, C-FETÖ tehlikesinin, salt İslami söylemin kullanılarak rejim lehine sonlandırılması, D- İslam´ın güncellenmesi üzerinden dinî cemaaatlerin ya devlete hizmete koşulması, ya  kendi köşelerine çekilmeye zorlanması, ya da işlerinin tamamen bitirilmesi konusunda Ak Parti´ye yüklenen görevin ´iyi´ bir sonuca doğru gitmesi şeklinde sıralanabilirdi...

 

Muhtemel sonuç...

Yukarılarda birkaç kez vurguladığımız üzere, ittifakın belli ilkeler çerçevesinde tüm taraflar ve aynı zamanda iki taraf açısından yapılması gayet mantıklı iken, bugüne dek girdiği tüm seçimleri, bazı ani kırılma anı dışında, hatırı sayılır oy oranlarıyla kazanmasına bakıldığında, bu ittifaktan, devlet ve MHP adına iyi bir sonuç çıkabilirdi, ama Ak Parti adına iyi bir sonucu olmayabilirdi. Bundan önceki süreçte, açılımlar gerekçesiyle birçok toplumsal kesimle birlikte Kürtlerin, Romanların, Alevilerin, İslamcıların, birçok sol ve liberal çevre ile birlikte, o da bir değişim sonucunda olsa gerek hatırı sayılır bir oranda Türk milliyetçi çevrelerin oyunu almış, onları devlete karşı temsil etme konumuna ermiş bir partinin, gelmiş olduğu milliyetçi -Bozkurtçu- durum, hemen her şeyi kırılgan yapabilirdi.

Başta, her ne kadar son süreçte PKK´nin gölgesinden çıkamadığı için konumu sarsılan HDP´nin Kürt oylarının önemli bir kısmını alabileceği, yine Alevi açılımı gerekçesiyle CHP´den gelen emanet oyların, yine büyük oranda CHP´ye gidebileceği; bunun yanında Roman oylarının da bir şekilde dağılabileceği, bunun yanında muhafazakâr kitle istisna kılındığında, İslamcı oyların ya Saadet Partisi´ne kayacağı ya da hiçbir yere gitmeyeceği gerçeği, Ak Parti´yi zorlardı. Bunun yanında, yukarıda da belirtmeye çalıştığımız Ak Parti´ye verilen ´emanet´ Türk milliyetçisi oyların, maden Ak Parti, beka, meka, şu ya da bu sebep ve gerçekte ana muhalefet değil de, muhalefet saflarında kalan MHP ile bir ittifak kuruluyorsa, o oyların tekrardan evine dönmesi içten bile değildi. Öyle ya, büyük küçüğün ayağına gidiyorsa, bunu büyüğün küçüğe yönelik salt bir sevgisi olarak izah etmek olmazdı. Bunun temelinde yatan birçok sebep, saik vardı demekti... 

Uyarı! Yapmış olduğunuz yorumlar incelendikten sonra onaylanacaktır onaylandıktan sonra gözükecektir


Resimlere Tıklayarak Kitap Satın Alabilirsiniz

YAZARLAR