Reklam Görüntülerine Tıklayarak Kitap Siparişi Verebilirsiniz


Sait ALİOĞLU


Referandum


 BİR REFERANDUMUN ARDINDAN(*)
 
-Yaparım, yapamazsın ikilemi-
Referandum; "Seviyor, sevmiyor; Kimse sevmese de, ben seviyorum bu hali..."
 
Sait alioğlu
 
Konuyu güncellerken...
 
Yukarıya çekmiş bulunduğumuz "Bir Referandumun Ardından" adlı yazımızı, haberdurus.com´da yayımlanması için kaleme almıştık.
 
Hemen her şey sıcağı sıcağına bir işe uygun düşüyordu. Yukarıda adı geçen sitemizin yayına başlayacağını biliyorduk ve bu yazının da orada yayımlanmasını düşünmüştük.
 
Bu süre içerisinde, yapılan referandumun üzerinden yaklaşık bir ay gibi bir süre geçti. Referandum yapıldı, sonucu bildirildi, ama gerek küresel güçlerin ve gerekse de bölgesel devletlerin karşı çıkmaları sonucu, referandumla ilgili anlaşılır bir netice alınamadı.
 
Bundan da öte, daha referandum öncesi, gerek Ak Parti iktidarının ve gerekse de ulusalcı/miliyetçi çevrelerin -çoğu kez kendilerini hedef aldığından dolayı pek şikâyet ettikleri bir konu olması hasebiyle karşı çıktıkları- algı operasyonları yapmasının etkisi bir hayli büyük olmuştu.
 
Ki yapılacak olan referandumun IKBY ile sınırlı kalacağı bilindiği halde, ne yazık ki bu algı operasyonlarına kanan Türk vatandaşı olan birçok Kürt ve çevreleri de etkilediği görülmüştü.
 
Sonuçta referandum yapılmıştı, ama yapana pek bir hayrı olmamıştı! Bu karşı çıkışın kaybedeni kimdi dersek; Şimdilik kaydıyla İran dışında hemen herkes! 
 
Kazananı ise baştan belliydi. Bir açıdan, sorunun cevabı, sorulan sorunun içerisindeydi kabilinden apaçık ortadaydı!
 
Türkiye açısından bakıldığında ise, kazanan mevcut iktidar- sonucu aslında iktidarın süreçteki duruşu belirleyecekti- ve bir avuçluk yer kaplayan, ama zihinsel ve alan hakimiyeti açısından bakıldığında Aydınlıkçı çevreler ve MHP!
 
Bununla birlikte ulusalcı/milliyetçi çevrelerin ´erkencecik kazanımı´ temelde bir kaybedişe dönüşebilme potansiyeli taşımakta idi...
 
Kaybedenler ise yine mevcut iktidar, ´Kürt halkının kendi verdiği karara hak, adalet ve kardeşlik açısından yaklaşıp ona değer veren bir iki öbek İslamcı ve bunlarla birlikte içerisinden çıktıkları çoğunluğa karşı Kürt halkının dostu olduğunu ısrarla vurgulayan birçok seküler çevre...
 
Referandum konusuna ´yeniden´ giriş...
 
Biz bu yazıyı 25 Eylül 2017 tarihinde Irak Kürdistanı´nda, başında, başkan sıfatıyla Mesut 
Barzani´nin bulunduğu Kürt Bölgesel Yönetiminde, ya şartlara riayet edildiği takdirde, yeniden Irakla bütünleşme, ya da yine şartların oluşmadığı düşüncesinden hareketle, ´bölgesel´ ve ´bağımsız´  bir Kürt devletinin oluşumu adına bir referandum yapılmıştı.
 
Referandum öncesi süreçte, uzun bir süre Barzani´nin, bölgesel şartları da dikkate aldığı, alacağı düşünülerek böyle bir kararı vermeyeceği, dahası, bölgesel parlamentoda bulunan ve önemli bir kısmı Barzani yönetimine, çeşitli açılardan muhalif bulunan siyasi yapıların bu referanduma evet demeyecekleri konusundan, başta Irak olmak üzere bölge ülkeleri ve kademeli olarak da birçok ´Batılı´ devletin onay vermeyeceği düşünülüyordu.
 
Salt olarak düşünüldüğünde referandum, her halk için meşru olduğundan dolayı, Kürt halkı içinde meşru olmalıydı. Barzani yönetimi de, en başta bu temel ilkeden hareketle, bunun böyle olduğunu, dahası olması gerektiğini ´haklı´ olarak düşünüyordu.
 
Bunun yanında, en başta hiçbir bölgesel  ve küresel güç buna ihtimal vermiyordu. Ama küresel devletler, güçler bölge devletleri kadar pek bir ses çıkarmıyorlardı.
 
Adeta, onların bu sessizliği, bölge devletlerinin yaklaşımına nazaran ´olursa olur, olmazsa da olmaz´ kabilinden bir değere sahipti.
 
Barzani´nin, bu referandum yapma mes´elesini, zaman daraldıkça, "mutlaka yapacağız; yapılacaktır!" kabilinden sürekli dillendirmesi ve ülkede siyasi faaliyet gösteren partileri, grupları, diğer etnik ınsurları ikna çabalarına hız vermesine bakıldığında, bu iş, sonucu ne olursa olsun yapılacaktı. Durum onu gösteriyordu.
 
Bunu anlayan bir ik bölgesel güç, yer yer -Türk hükümeti ve yüzü ona dönük ´iç´ ulusalcı güçler örneğinde olduğu üzere- doğal tarihsel süreçte oluşan ve içerisinde Kürtlerin de katkısı bulunan birçok değeri adeta hiçe sayarak, kendi varlığının hilafına hareket ederekten, bir kaşık suda fırtına çıkarırcasına, İran örneğinde bariz bir şekilde bulunan mezhepçiliğe kapı aralamış oldular.
 
Bunu bilmek için, şimdiye bakmadan ziyade, Irak´ın 2003´te ABD tarafından işgali ve bir oldubittiyle Irak coğrafyasını kademe kademe "Sasani/Safevi tandaslı" ve Şiilik üzerinden Hazar Denizi´nden, Akdeniz´e kadar koca bir coğrafyayı işgal girişimine başlamış bulunan İran´ın ekmeğine yağ sürmek olduğunun görülmesi gerekiyordu.
 
Gerçi bunu, devam eden Suriye savaşı sürecinde, gerek salt mezhepçi yaklaşımla gelenekçi Sünni çevrelerin söylemleri, gerekse de, bir zamanlar - o da İslam devriminin ´aziz´ hatırasına binaen- ´eski camlar bardak oldu kabilinden hareketle, devrim perdesi altında Safeviciliğin, hatta Sssaniciliğin ayak seslerinin geldiği duyulunca, İslamcı kulvarda mücadele eden İslamcı çevrelerin haklı tepkilerinden bilinmiş olması gerekirdi.
 
(Bu değişimin içeriğini, başka bir yazıda ele alabiliriz...)
 
İran´ın, dolayısıyla onlar açısından bir nevi "tek ve şaşmaz gerçek(!)" olan Şiilik üzerinden, Irak´ın ´Sünni´ Arap toplumundan başlamak üzere, özellikle de, İran´ın Suriye´ye ve özellikle de Akdeniz´e açılmasının karşısında doğal bir engel olan federal Kürt bölgesinin, ya tamamen ortadan kaldırılması, ya da, sürekli olarak siyasi rakkaselik konusunda pek mahir olduğu bilinen Talabani bloğunun, referandum sonrası, bir milis/paramiliter güç olan Haşdi Şa´bi´nin Kerkük´e müdahalesi karşısında, kendi geleceğini güvence altına almak için federal Kürdistan´ı gözden çıkardığı görülüyordu.
 
Bunlara rağmen, suçun tümü Barzani´ye aitti!
 
İran başta pek ses çıkarmadığı referandum konusunda, sonra, bu işi, kendi hinterlandını genişletme çabası içerisinde bir yerlere otırtmuştu.  Bu cephede ise, bizim milliyetçi kesimlerle birlikte Ak Parti iktidarı ve geniş bir kesimce ´ebedi Türk yurdu´ söylemi içerisinde ve hatta başını Bahçeli´nin çektiği ´üç bin, beş bin ülkücü muhabbeti´ne rağmen Kerkük´ün elden gittiği ve Irak´ın toprak bütünlüğü yalanıyla, koca bir bölge ile birlikte İran´ın eline geçtiği artık apaşikârdı.
 
***
 
 
REFERANDUMUN AZ SONRASI...
 
(Bir Referandumun Ardından)
 
Kendi tarihleri boyunca, Kürtlerle Türklerin, birkaç kez karşılaştıkları, her karşılaşmalarında, biraz da kaderin cilvesi olsa gerek, bu karşılaşmaları, beraberinde, tarih yapma, sistem belirleme, bir kültürle birlikte medeniyet oluşturma, kalıcı hale gelen Sünnilik gibi dinî bir formu ortak kimlik haline getirme ve günümüzde ise, emperyalist güçlerin yıkıcılığına ve parçalayıcılığına bağlı olarak karşılıklı bir uluslaşma  getirmişti.
 
Bu uluslaşma, önceleri Kemalistlerin şahsında tek taraflı bir uluslaşma şeklinde tezahür etmiş, daha sonra ise, parçalı olan Kürt coğrafyasında, ´geç kalmış´ bir ulusalcılık şeklinde kendine yer bulmuştu.
 
Türkiye´ye kıyasla, diğer egemen devletlerin hemen hepsi, türüne özgü bir modernleşme ameliyesi içerisinde Kürtleri kısmen kendi kimlikleri içerisinde kalmasını sağlamışlardı. Ama bu yarı durum, Kürtleri ne olduğu gibi bırakmış, ne de ´çağdaş´ toplumlar seviyesine yükseltmişti.
 
Kürtler, bir yandan ´geç kalmış´ ulusalcılık ameliyesi içerisinde bulunurken, bir yandan da, başta ´gelenekçi bir Sünni anlayış´ içerisinde oluşan İslamî kalıplara bağlı kalmaya çalışıyorlardı.
 
Mezhep, tarikat ve sosyal bir olgu olduğundan ötürü, hepsinden de öne çıkan aşiret döngüsü içerisinde, bir varolma, yaşama ve karşı çıkma reflekslerini de beraberinde taşıyordu.
 
Türk ulusalcılığı baskısına maruz kalmış bulunan Kuzey Kürtleri ise, hem din/mezhep, hem tarikat, hem aşiret olgusuyla birlikte, devletin insanı, toprağı ve devleti üniterleştirme ve maddi imkânlar açısından da, Türk toplumundan farksız bir yapıyı -ekonomik, siyasi, kültürel vs.- oluşturup kalıcılaştırma çabaları içerisinde bulunuyorlardı.
 
Bununla birlikte, sözde onlara sunulan maddi imkânlar, bir noktadan sonra yetersiz kalacaktı ki, bin dokuz yüz altmışlara kadar gelen süreçte, klasik anlamda bir mücadele ve karşı çıkışlar olmuştu; Şeyh Said isyanı, Dersim vb.
 
Altmışlardan sonra ve seksen dörtten buyana devam eden modern tandaslı Kürt karşı çıkışı, mevcut iktidarların yaptıkları taktik ve stratejik hata ve yanlışlardan dolayı kızışmıştı.
 
İki binlerden sonra, başta Kürtler olmak üzere, ülkenin mahrum toplumlarının bir nevi umudu olan Ak Parti iktidarının, 2011´den sonraki otoriterleşmesiyle birlikte -her ne kadar terörün beli kırılmış görünse de- bizzat devlet tarafından benimsenip yürürlüğe konan Kürt açılımının, bir başka bahara ertelendiği, ya da ötelendiği söylenebilirdi.
 
İşte, güney Kürtlerinin yapmak istediği ve birçok çevre, toplum ve devletler tarafından kabul edilmediği bilinen referandum da böylesi bir atmosferde gerçekleşmişti.
Ki, bundan dolayı, Türkiye dışında kalan bir iki bölge ülkesi ve birçok batılı devletten ziyade, Türkiye´nin siyasi atmosferinde şiddetle kınanıp karşı çıkılma hadisesinin alt yapısının kendine özgü bir altyapısı olmakla birlikte, muhafazakâr iktidarın, kendi partnerine(MHP) bakması ve partnerinin de, devlet aklını öteleyen hamasi bir düşünce ve söylemle, bir açıdan ´sivil militanlarını´ savaşa çağırması eklenince, karşı tarafı anlama çabaları da boşa gitmekteydi...
 
Yakın tarih çerçevesinde...
 
Kürtler Osmanlı sonrası emperyalist politikaları sonucu oluşturulan dört coğrafya parçasının vatandaşları olarak yaşamaya başladılar. Emperyalistlerin ´geleceğe yönelik´ politikalarına binaen bir coğrafya ve kimliksel parçalanışa kurban gittiler. Neredeyse bu parçaların tümünde kimlik olarak tanınmadılar, ötelediiler, yer yer katliamlara uğradılar ve durum günümüze dek, inişli çıkışlı bir seyir izledi, durdu...
 
En başta kavimsel olarak fıtri bir hak olan bağımsızlık içerisinde yaşama düşüncesi ve "Her milletin ´kendi kaderini tayin hakkı" bağlamında bağımsız olma, ya da aynı toprak parçalarında yaşadıkları kavimlerle birlikte, hiçbir hak kaybına uğramadan özgürce yaşama düşünceleri, çoğu kez, karar vericiler tarafından önemsenmedi ve her -haklı ya da haksız- karşı çıkışlar kanla bastırılmaya çalışıldı.
 
"Lo Besse!", ya da "édî besse!" 
 
Buna Kemalistlerin onlarca yıl uyguladıkları ile birlikte, baştan beri Irak´ta uygulananları da ekleyebilirdik. Özellikle de modern anlamda Arapçılık ifadesi olan BAAS(Diriliş) ideolojisi üzerinden Saddam´ın Kürt halkına reva gördüğü güya ´Sünni´ karakterli sistemli saldırılara rahmet okutacak olan, özellikle de İran destekli Maliki dönemi Irak yönetiminin uygulamalarına bakıldığında, 2003´ten buyana Kürtlerin, merkezi Irak yönetimiyle biir arada yaşamasını büyük oranda engelleyen zihinsel ve kalbî kopuş neticesinde, ya "Lo Besse!", ya da "édi besse!" esprisi, şimdilerde karşımıza, referandum olarak çıkmaktaydı.
 
Ki, Lo besse, bir sitemi, édi besse ise, bir kopuşu, karşı çıkışı, yani itirazı resmederdi...
 
Referandum kararı...
 
Buna rağmen, göründüğü kadarıyla, Güney Kürtleri, kendi gelecekleri konusunda bir karar vermeye yönelik olarak, komşuları bulunan ülkeleri tedirgin ve irite etmekten ziyade, Kürtlerin yaşadıkları tüm bölgelerde olması gerektiği gibi, kendi bölgesinde, merkezi Irak yönetimiyle, haklar ve sorumluluklar bağlamında iki eşit toplum olarak yaşamanın yolunu, yollarını bulma ve zeminini hazırlama adına referandum kararı aldılar denilebilirdi.
 
Bu, Kürtlerle birlikte, onlarla birlikte yaşayan her toplum ve devlet için iyimser bir yaklaşımı ele vermekteydi.
 
İşin kötümserliğine gelince, Türkiye örneğinde olduğu üzere, yüzü kendi Müslüman toplumuna, Ortadoğu´ya, özellikle de Kürt halkına dönük olması arzulanan Ak Parti iktidarının, ulusalcı ve milliyetçi kesimlerin abartarak öne aldıkları ´bekâ-mekâ- dürtüsüyle neredeyse bir paranoyaya ve Bahçeli´nin talihsiz açıklaması ile "beş bin ülkücü" muhabbetine dönüşmüş bulunmaktadır.
 
Buna bağlı olarak, referandum sonrası, başta Ak Partili siyasetçilerin ve özellikle de Cumhurbaşkanı Erdoğan´ın -milliyetçi/ulusalcı kesimlerin gazını alma adına mı acaba- yapılan, ertelenmeyen ve tümden iptal edilmeyen bir referandum üzerinden, günlük ve sığ politika kabilinden ambargo söylemleri yarın yerini karşılıklı antlaşmalara bırakacak olsa da- gerek güneyde ve gerekse de kuzeyde yaşayan Kürtler için bir kırılma noktası ve hem zihinsel ve hem de kalbî bir kopuşa kapı aralar mıydı diye sormamız, işin tamiri açısından gerekmekteydi. 
 
Bir yanda milliyetçiliğe kayan türüne özgü bir Müslüman söylem, bir yanda -haklılık payı olması ile birlikte bütüncül düşünülmediğinden dolayı yanlış ve eksik bulduğumuz bir üslupla söylersek- orada sadece Türkmen nüfusu ve Kerkük´ü ön plana alan milliyetçi/ülkücü söylem, öte yandan ise, ´geliyorum!´ diyen Kürt halkını tüm değerleri ile birlikte yok etmeye ayarlı,İ ran orijinli bir Şiileştirilme tehlikesi ile karşı karşıya kalan bir toplumun kendi geleceğini, ´kendi imkânlarıyla´ garanti altına alma çabasına diş bilemek, nasıl izah edilebilirdi?
 
Kendi içinde bir zenginliği değil de, yoksunluğu ve yoksulluğu barındıran bu mezhepçi ameliye, Allah´tan ideolojik, kültürel ve yönetim temeli çok derinlerde olduğundan ötürü sağlam olan Türkiye´ye ve üzerinde yaşayan Sünni kitlenin -Türk, Kürt vs.- insicamını bozamamaktadır.
 
Yoksa, salt bir mezhep olmanın yanında, kadim İranî düşüncesine dayanan Sasaniliğin, insanları yutması, yok etmesi içten bile değildir! Yani Acem oyunu, bu topraklarda yer bulmamış, bulamamış, ama buna rağmen Güney Kürtlerini bir av olarak görme eğilimindedir. Bundan dolayı da Barzani, hükümet ve toplum her türlü önlem almada ustalaşmış ve sürekli teyakkuz halindedirler...
 
Başka türlüsü ise, aslana yem olmaktan başka bir şey değildi aslında...
 
Birde işe, endişe hali ile takip edenlerin dilinden ve gözünden baktığımızda, bu referandum, güneyle sınırlı kalmayacak -onlara göre kendi toprakları saydıkları koca bir coğrafyaya uzayacak kabilinden- onlara sınırı bulunan dört ülkeyi de etkileyecektir söylemine gelince; bu birçok Kürt açısından ´kadim´ bir rüya olmakla birlikte, gerek coğrafi iç içelik, gerek süreç içerisinde kendi başına farklılaşıp çeşitlenen Kürtlük halleri,  ve en önemlisi de, kolay kolay değişme emaresi göstermeyecek olan konjönktürden bakıldığına, bu rüyanın hiçbir karşılığı da kendiliğinden anlamsız kaçacaktır.
 
Birde bunun yanında, bu işin büyük oranda başarmış bulunan Türkiyeli Türkler ve Kürtlere kıyasla; göründüğü kadarıyla Türkmenlerin hatırı sayılır parçası özelinde barizleşen, büyük oranda dinden kopuk bir Tük ulusalcılığı -milliyetçi- korumasına ihtiyaç hisseden, hamasi ve tehlikeli yaklaşım, bin küsur yıllık birlikteliği istenilen seviyeye çıkaramıyorsa eğer, burada, herkesin şapkasını önüne koyup düşünmesi gerekir.
 
Bu da, zihinsel oluşumun hiç de istenilen seviyede olmadığını bizlere göstermektedir.
Öteden beri, Türkmen unsurunu ya tümden unutan, ya da çıkarı söz konusu olduğunda hatırlayan laik/seküler temelli bir Türk dış politika aklı ile hareket edildiğinden olsa gerek, Türkmenler hep kullanıldılar ve bundan dolayı, ne bağlı bulundukları merkezi hükümetlere güvendiler ve ne de çoğu kendileri gibi Sünni olan Kürtlerle birlikte hareket edemedikleri görüldü.
 
Gerçi, bu yanlışlara rağmen, vatandaşı olduğu devletlerden ziyade, birlikte yaşadıkları halklarla kardeşçe ve dostça ilişki kuran Türkmen siyasal ve sosyal gruplar da olmadı değil, ama pek yeterli olduğu da söylenemezdi.
 
Buna biraz da, maalesef, birçok acılar çekmiş olsalar da, son dönemde ´salt´ bağımsızlıkçı söylemle hareket ederek Arap ve Türkmen nüfusa ait olduğu bilinen birçok yerleşim birimini -Kerkük vs.- Kürdistan coğrafyası içerisinde tutmak için, yıpratıcı bir strateji uyguladığı, gözlenen Barzanici anlayışın da, olumsuz olarak etkisi olmuştu.
 
Bunlara rağmen, ´Mevlam neyler, neylerse güzel eyler´ diyelim sonuçta...
_________________
(*) Bu yazı, yazılışı itibarıyla "a) Bir Referandumun Ardından, b)Referandumun Az Sonrası" başlıklı iki ayrı yazıdan oluşmakta olup, bir aylık süre içerisinde ayrı ayrı kaleme alınmış olmasına rağmen, konu bütünlüğünden dolayı "Bir Referandumun Ardından" başlığıyla bütünlüklü bir yazı olarak yayımlanmıştır

Uyarı! Yapmış olduğunuz yorumlar incelendikten sonra onaylanacaktır onaylandıktan sonra gözükecektir


Resimlere Tıklayarak Kitap Satın Alabilirsiniz

YAZARLAR