Reklam Görüntülerine Tıklayarak Kitap Siparişi Verebilirsiniz


Yusuf YAVUZYILMAZ


Medine Vesikası ve Diğer Gruplarla İlişkiler

Hz. Peygamber döneminden başlayarak Müslümanların Yahudi ve Hıristiyanlarla ilgili geliştirdikleri ilişkiler, Kur´an da vurgu yapılan genel ilkeler çerçevesinde olmuştur.


19 ve 20. yy boyunca yaşanan kanlı çatışmalarda büyük kayıplar veren insanlık için, 20. Yüzyılın son çeyreğinde, artan bir istekle ortaya çıkan ?barış içinde bir arada yaşama? çabaları büyük önem kazanmıştır. Bu çabalar çatışma kültürünün egemen olduğu, dünyanın iki düşman eksene bölündüğü ve insanların acımasızca dini, etnik ve kültürel sebeplerle birbirini katlettiği modern zamanlarda büyük önem taşımaktadır. Dünyanın değişik bölgelerinde devam eden etnik ve kültürel savaşlar, çevre kirliliği, sanayileşmenin insan ruhunda yarattığı boşluk ve yabancılaşma, alkol ve uyuşturucu, ırza tecavüz, evden kaçma gibi etkenler aynı gezegeni paylaşmak zorunda kalan insanları yeni bir gelecek tasarımı yapmaya zorlamaktadır.

Dünyanın küçük bir köye dönüştüğü modem zamanlarda bir arada yaşamak zorunda olan insanların, sürgit birbirleriyle çatışmaları rasyonel olmadığına göre, insanlığın dini, kültürel ve etnik sebeplerle kendinden saymadığı ?öteki? ile diyalog ve barış içinde bir arada yaşama iradesi ve bunun sağlanması için giriştiği entelektüel çaba son derece önemlidir. Barış içinde bir arada yaşama projesinin önündeki en önemli engel, bu projenin hangi hukuksal çerçevede oluşacağıdır. Bu çerçeveyi 20. Yüzyılda ortaya çıkan faşizm ve sosyalizm gibi bireyi topluma daha doğrusu devlete feda eden devletçi anlayışların gerçekleştirmesi mümkün değildir.

Sadece faşizm ve sosyalizm gibi kapalı, totaliter ideolojiler değil, 17. Yüzyıldan bu yana dünyayı etkileyen modem devlet yapılarının barış içinde bir arada yaşama idealini gerçekleştiremeyeceği açıktır. İnsanların ?öteki? ile barış içinde bir arada yaşama projesi için modernitenin doğurduğu ?modern ulus devlet? projesini aşan, demokratik bir organizasyona ihtiyaç olduğu kabul edilmelidir. İşte bu noktada dini, kültürel ve etnik bakımdan birbirlerinden farklı insanlar kurduğu cemiyet ve ittifakların önemli bir tarihsel anlamı bulunmaktadır.

Modern toplumlarda tüm çıplaklığı ile ortaya çıkan bir arada yaşama sorunu, konu hakkında tarihteki uygulamaları gündeme taşıdı. Modern ulus-devletin otoriter vasfı, öteki olarak tanımlanan toplum kesimlerinin bir arada nasıl yaşayacağı sorununu doğurdu. Modern devlet yapısı gereği çoğulculuğa kapalı bir siyasal arka plana sahiptir. Bunun nedeni ulus devletin ulus bilincine dayalı, teritoryal, otoriter bir yapıya sahip olmasıdır.

Tarihi süreç dikkate alındığında dini, etnik ya da kültürel yönden ?öteki? diye tanımlanan toplum kesimlerine karşı geliştirilecek üç tür yaklaşımdan söz edilebilir:

1-Asimilasyon,

2-Etnik temizlik,

3-Barış içinde bir arada yaşama.

Asimilasyon yöntemi, eğitim gibi araçlarla Türkiye dâhil, ulus-devlet olarak örgütlenen bütün devletlerde, özellikle devletin kuruluş ve bir ulus inşa etme dönemlerinde görülen yaygın bir uygulamadır. Etnik temizlik ise Almanya ve Sırp örneğinde olduğu gibi Ötekine duyulan nefretten beslenen yok etme politikasıdır. Steril bir toplum yaratmak isteyen her ideoloji, din ve siyasal anlayış etnik temizlik yöntemine sıklıkla başvurur. Ana amaç kendisine benzemeyeni tehdit olarak algılamak ve onu ortadan kaldırmak için yok etmektir. Bu politikaların acı ve gözyaşından başka bir sonuç doğurmadığını artık biliyoruz.

Üçüncü yöntem olan barış içinde bir arada yaşama seçeneği ise insanlığın ulaşmaya çalıştığı yeni bir siyasal tutuma işaret etmektedir. İşte bu noktada İslam tarihinde referans alabileceğimiz, pratikte uygulanmış ve bize birbirinden farklı toplum kesimlerinin barış içinde yaşama idealine temel oluşturacak sözleşmeler bulunmaktadır.

Kuşkusuz, İslam toplumları başından beri sadece Müslümanlardan oluşan steril bir toplum olmamıştır. Kaldı ki, İslam´ın böyle bir amacı da yoktur. Müslüman toplumlar, kendileriyle aynı kitaba inanmayan kişileri ve grupları, Kur´an ve Sünnetin pratiklerine uymaya zorlayamazlar. Bundan dolayı başka dinlerden olanlar daima farklı bir statü içinde bulunmuşlardır. İslam farklı inanç gruplarını zorla Müslümanlaştırmaya onay vermediği için, Medine Sitesi örneğinde görüleceği gibi müzakere ile ana çerçevesi belirlenecek modeller üretmişlerdir.

İslam´ın temel kaynağı Kur´an´a bakıldığında insanların Müslüman olmaya zorlanmaları söz konusu değildir. Esasen böyle bir durum vahyin genel ilkelerine aykırıdır. ?Eğer Rabbin dileseydi, yeryüzündekilerin hepsi iman etmiş olurdu. Böyle iken hepsi Mümin olsun diye sen insanları zorlayıp duracak mısın?? (Yunus,99)

Ayrıca insanların kendilerine özgü farklı yaşam biçimlerinin olduğu Kur´an´ın temel kabulüdür. ?Eğer Allah dileseydi, sizi tek bir ümmet kılardı; ancak bu verdikleriyle sizi denemek içindir? (Maide 48) Bu ayetten açıkça anlaşıldığı gibi Kur´an hayatın çoğulculuğunu temel referans kabul eder. Çoğulculuğun en çok vurgu yapılan yönü ise farklı din mensupları olan Yahudi ve Hıristiyanların konumudur. Kur´an Yahudi ve Hıristiyanlığı ehli kitap olarak nitelendirerek diğer inançlardan farklı bir kategoriye koyar. Kuranda ehli kitapla ilgili uyarılar olduğu gibi onlarla diyaloga girilmesini öneren ayetler de vardır. ?Kitap ehlinden zulmedenler dışında kalanlarla en güzel şekilde mücadele edin ve şöyle deyin: Bize indirilene de size indirilene de inandık. Bizim tanrımız da sizin tanrınız da birdir. Biz ona teslim olmuşuzdur.( Ankebut, 46)

Hz. Peygamber´in İslam olmayan topluluklara nasıl davranılması gerektiği, hangi temel parametreler doğrultusunda işbirliği yapılacağı ve başta diğer dinler olmak üzere değişik din ve gruba sahip insanlarla hangi düzlemde ilişkiye girileceğine dair önemli pratikler yapmıştır.  Değişik dini ve ideolojik özelliklere sahip insanlarla ilişkilerde temel oluşturacak referanslar için Kur´an da ve Hz. Peygamberin uygulamalarında yeterli örnek bulunmaktadır. Bu tarihsel uygulamalar şunlardır:

1)    Hılf´ul Fudul

2)    Medine vesikası

3)    Veda Hutbesi

İslam tarihinde ?öteki? sayılabilecek kişi veya gruplarla diyalogun kökleri Hz. Peygamber´in vahiy gelmeden önce yaptığı pratiklere dayanmaktadır.

Hz. Muhammed´in (s.a.v.) henüz risalet görevine başlamadığı bir dönemde gerçekleştirilen ?Hılf´ul Fudul? hareketi, ?cahiliye? diye adlandırılan bir tarihsel dönemde yapıldığı için de önem arz etmektedir. Bu ittifakın, Arap kabileleri arasında süregelen savaşlar sonucu oluşmuş karmaşa ortamında, can ve mal emniyetinin kalmadığı, insanların birbirine zulmettiği, haklının haksız olandan hakkını alamadığı bir ortamda kurulması dikkat çekicidir. İttifakın amacı insanları zulme uğramaktan kurtarmak ve güvenli bir toplumsal ortam oluşturmaktır. Bu toplantılara Hz. Peygamberin de (s.a.v.) ara sıra katıldığını ve alınan kararlarda etkili olduğu bilinmektedir. M.S. 580´li yılarda ?Abdullah İbn Cuda´nın evinde merasimle cemiyet kurulmuştur. Muhammed Hamidullah´ın aktardığına göre, Abdullah İbn Cuda´ çok kişinin katılımı ile gerçekleştirilen toplantıda yaptığı yemin önemlidir.??Allah´a yemin ederiz ki, zulme uğrayanın yanında ve zalim ona kesbettiği hakkını iade edene kadar hepimiz tek el olacağız; bu birlik denizin bir kıl (: yün) parçasını öğütüp yok edebileceği, zamana kadar ve Hira ve Sebir dağları yeryüzünde dikili olduğu müddetçe ve zulme uğrayanın tam bir eşitliği ile birlikte devam edip gidecektir?(1)

İbni Hişam ve Taberi gibi klasik kaynaklar Abdullah İbn Cuda´nın evinde kurulan bu teşkilatın çok sayıda anlaşmazlığı ortadan kaldırdığını yazmaktadır. Tüm olumlu yanlarına rağmen teşkilat 30 yıl sonra ortadan kalkmıştır. Muhammed Hamidullah´ın verdiği bilgiye göre cemiyet ?? kendi içine yeni üyeler almıyordu ve 20?30 yıl nihayetinde son üyesinin ölümü ile de bu teşkilatın kökü kurumuştur (2)

Hılf´ül Fudul Teşkilatının Risaletten önce olması nedeni ile, vahiy geldikten sonra artık bir değeri olmadığı görüşü temel alınarak yapılan eleştiri ise tamamen temelsizdir. Hazreti Muhammed (s.a.v.) antlaşma hakkında risalet sonrasında şöyle buyurmuştur. ?Abdullah B. Cuda´nın evinde yapılan Hılf´ul Fudul´a iştirak ettim. İslam geldikten sonra çağırılsam yine iştirak ederdim (3) Bu ifadeler ittifakın belli bir tarihsel dönem ile sınırlandırılamayacağını, tam aksine büt ün zamanlar için genelleştirilebileceğini açıkça göstermektedir. Nitekim ?Erdemliler İttifakı sadece tarihsel bir kurum değil, aynı zamanda, farklı dünya görüşlerine sahip olsalar da temel ahlaki ilkelerde anlaşan insanların zulmü engellemek için uzlaşmalarının toplumsal bir zorunluluk olduğunun ifadesidir(4)

Hz. Peygamber döneminden başlayarak Müslümanların Yahudi ve Hıristiyanlarla ilgili geliştirdikleri ilişkiler, Kur´an da vurgu yapılan genel ilkeler çerçevesinde olmuştur. Nitekim Medine Döneminde hayata geçirilen Medine Vesikasının aktif tarafları Müslümanlar, Yahudiler ve Hıristiyanlardır.

Medine Vesikası hakkında en geniş bilgi veren araştırmacı Muhammet Hamdullah´tır. Hz. Peygamber Medine´ye hicret ettiğinde ilk olarak ensar ve muhacir arasında büyük bir kardeşleşme süreci yaşandı. Ancak Medine´de sadece Müslümanlar yaşamıyordu. Medine nüfusunun büyük kısmını Yahudiler ve Müslüman olmayan Araplar oluşturuyordu. Hz. Peygamberin Müslüman olmayan bu insanlara karşı nasıl bir tavır takınacağı son derece önemliydi. İşte Medine Vesikası, Müslümanların kurduğu ilk şehir devleti olan Medine´de hayat buluyordu. ?Medine´ye gelişten sonra önce Medineli Ensar ile Mekke´den gelen Muhacir ailelerin başkanlarının katıldığı büyük bir kardeşleşmenin hukuki temelini oluşturan hükümler görüşüldü. İşte Medine Vesikası´nın ilk 23 maddesi, bu toplantıda tespit edilmiş olup yeni Müslüman bloğun sosyal ve hukuki ilişkilerini yazılı hükümlere bağlamaktadır.

Bu iş tamamlandıktan sonra, Hz. Muhammed(s.a.v), Enes bin Malik´in evinde Müslüman bloğun liderleriyle olduğu kadar, Müslüman olmayan Medineli diğer sosyal blok temsilcileriyle de durumu istişare etti. Ve anlaşılan bu sefer Binti Haris´in evinde toplanarak yeni bir ? Şehir- Devlet? yapısını ortaya çıkaran temel ilkeler üzerinde anlaştılar. Bu yeni devletin anayasası yazılı bir biçimde tespit edilip vazedildi ki bu metin şu an elimizde bulunan vesikadır.(5)

Medine Vesikası, Muhammet Hamidullah´ın verdiği bilgiye göre 47 maddeden oluşmaktadır. Vesika bize Müslümanların kendisi gibi düşünmeyen ve inanmayan değişik topluluklarla yapılacak anayasal bir sözleşme ile barış içinde yaşayabileceklerini gösteriyor.

Bu vesikanın niçin tarihte kurulan devletlerde gündeme gelip model oluşturmadığı konusu sorgulanabilir. Buradaki en önemli faktör özellikle dört halife devrinden sonra şura biat ve seçim gibi müzakereci ve katılımcı siyasetin önünün tıkanarak, otoriter bir kral-halife döneminin başlamasıdır. Şura ve seçim tümden ortadan kalktığı gibi, tarafların özgür iradeleriyle verdiği bir karar olan biat kavramı zorla boyun eğdirmeye dönüştü. İslam´ın temel kavramlarına yapılan etimolojik müdahale ile şura ve biat kavramları tanınmaz hale geldi.

Emevi halifesi Muaviye´nin ve Oğlu Yezit´in oluşturduğu gelenek, katılımcı siyaseti değil sindirmeyi ve silah zoruyla meşruiyet sağlamayı ilke edinmişti. Muaviye´nin ve Yezit´in ötekisi zalimler değil, Hz. Ali ve Hz. Hüseyin idi. Bu seçkin insanlarla bile müzakere etmeyen insanların Medine Vesikası gibi özgürlükçü bir belgeyi uygulamaları beklenemezdi.

Siyaset felsefesi ve yönetim bilimi açısından Medine Vesikasından çıkaracağımız sonuçlar şunlardır.

1-Değişik dini etnik köken ve felsefi inanca sahip kimseler bir sözleşme yaparak barış içinde bir arada yaşayabilirler.

2-Bunu sağlamak için katılımcı ve müzakereci bir siyasete ihtiyaç vardır.

3- Anayasal metinler oldukça genel ve sade olmalıdır.

4- Anlaşılamayan hususlar tarafların iç hukukuna terk edilmelidir.

5- Müslümanların adalet ve erdem temelinde, diğer din mensupları ve ateistlerle toplumsal sözleşme yapabilirler(Medine Vesikasının tarafları Müslümanlar, Yahudiler ve Pagan Araplardı)

6- Müslümanlar asla modern ulus devletin yaptığı gibi toplumları türdeşleştirmeyi amaç edinemezler. Çünkü Müslümanların ötekisi kafirler değil zalimlerdir.

Yeni Anayasa tartışmalarının olduğu şu günlerde Müslümanların referansı Emevi geleneğiyle oluşan otoriter devlet geleneğinin mirası değil; Hz. Peygamber´in önderliğinde gerçekleşen Medine Vesikası´nın özgürlükçü mirası olmalıdır. Artık Müslümanlar kral- halife döneminin olumsuz mirasını savunmaktan artık kurtulmalıdırlar.

Hz. Peygamber´in Müslümanların kendi aralarında ve diğer insanlarla ilişkilerine referans olacak üçüncü metin olan?Veda hutbesi?, Arafat Zil Hicce ayının 9. Cuma günü Hz Peygamber tarafından kadın erkek 140000 kişiyi bulan bir topluluk önünde verilmiştir. Veda Hutbesinde ele alınan temel konular şunlardır.

1)Kişinin canı, malı ve ırzı kutsaldır. Bu haklar dokunulamaz temel haklardır.

2)Cahiliye devrinde geçerli olan ve temel haklara aykırı bütün yasaklar kaldırılmıştır.

3)İnsan emeğinin sömürülmesine neden olan faiz haramdır.

4)Kan davası gütmek tamamen kaldırılmıştır.

5)Emanetlere hıyanet edilmemelidir.

6)Kadın ve erkeklerin birbirlerine karşı hak ve sorumlulukları vardır. Kadınlara karşı davranışlarda temel ölçü iyi niyet ve nezakettir.

7)Zina kesinlikle yasaktır.

8)Her türlü sınıf farkları ortadan kaldırılacaktır.

9)Tüm Müslümanlar kardeştir.

10)Her türlü zulüm yasaklanmıştır.

11)İslam´ın temel kaynakları Kur´an ve Sünnettir.

Tüm bu referanslar gösteriyor ki, Müslümanlar çevreden soyutlanmış ve içine kapanmış topluluklar değildir. Müslümanların kendileri gibi düşünmeyen, inanmayan ve aynı kültürü paylaşmayan öteki dini ve kültürel topluluklarla erdem ve iyilik temelinde anlaşma yapabilirler. Bu tutumu engelleyen hiçbir dini referans yoktur. Önemli olan ötekiyle diyaloğa girerken Müslümanların aleyhine bir çalışmanın içinde olup olmadığının belirlenmesidir.

Muhammed Abid Cabiri´nin de isabetle belirttiği gibi, ne Sünni saltanat ideolojisi ne de Şii imamet mitolojisi Müslümanların bugün siyasal açıdan rehberi olamazlar. Kur´an ve Sünnetin temel değerlerinden hareketle ve elbette tarihi tecrübeyi de dikkate alarak, ancak bu tecrübeyi aynen tekrarlama yanlışına düşmeden, yeni bir model oluşturmak gerekir. Hz. Peygamberden sonra Sahabe arasında yönetim konusunda yaşanan tartışmalar bu konuda kesin bir yöntem belirlenmediğini, dahası bunun ümmetin tecrübe ve içtihadına bırakıldığı görülecektir.  Öyle ki, ilk üç halifenin de farklı yöntemlerle seçilmesi, bu konuda kesin bir yöntemin belirlenmediğinin kanıtıdır.

İslam siyaset felsefesin de yöneticinin nasıl seçileceği, nasıl denetleneceği, görev süresinin nasıl sona ereceği gibi konuları hala boşluktadır. Kuşkusuz hiç kimse Peygamberin konumunda olamayacağı için ömür boyu yönetme hakkına sahip olamayacaktır. Bu konuda Kur´an ve Sünnetin genel çerçevesinde, insanlığın çağdaş siyasal birikimi de göz önünde bulundurularak yeni çözümler üretilmelidir.

Müslümanlar dini, etnik ve kültürel yönden kendilerine benzemeyen topluluklarla nasıl bir arada yaşayacaklarına dair önemli bir tarihsel tecrübeye sahiptirler. Bu konuda Hz. Peygamberin uygulamaları referans alınarak yeni modeller üretilebilir.

1-     Muhammed Hamidullah, İslam Peygamberi, Yeni Şafak, 2003

2-     Muhammed Hamidullah, İslam Peygamberi, Yeni Şafak, 2003

3-    İbn Hişam´dan aktaran İ. S. Sırma, Asrı Saadette İslam, Beyan Y, C. 1, Mart 1994.

4-    Ö. Demir, M. Acar, Sosyal Bilimler Sözlüğü, Ağaç Yayıncılık,1992

5-    Asr-ı Saadet´te İslam, Beyan yayınları, 2.cilt, Beyan Yayınları, Mart 1994.

Uyarı! Yapmış olduğunuz yorumlar incelendikten sonra onaylanacaktır onaylandıktan sonra gözükecektir


Resimlere Tıklayarak Kitap Satın Alabilirsiniz

YAZARLAR