Reklam Görüntülerine Tıklayarak Kitap Siparişi Verebilirsiniz


Sait ALİOĞLU


Kürt Sorunu Ve Çözümü

??Gerçekten Allah, kendi nefislerinde olanı değiştirip bozuncaya kadar, bir toplulukta olanı değiştirip bozmaz. Allah bir topluluğa kötülük istedi mi, artık onu geri çevirmeye hiçbir imkân yoktur; onlar için O´ndan başka bir veli yoktur." (Ra´d 11.Ayet)


Biz bu yazımızda, hakkında kim ne derse desin, nasıl düşünürse düşünsün, ister ulusalcı reflekslerle o sorunu kutsasın, ya da ona karşılık sadedinde öyle bir sorunun hiç olmadığı savını ileri sürsün, bunlarda yetmez, sorundan hareketle bir kopuşun gerekli ve reel olduğundan dem vursun, ya da sorun var  amacı bir mantıkla üzerini örtmesi yetmezmiş gibi, Kürt halkının asilime olmasını sosyal, siyasal, kültürel, tarihsel, ekonomik vb. alanlardan ´ödünç´ alınan kavramlarla "var olduğu düşünülen ya da birilerine göre olmayan tehlikeyi ´ya şimdilik ya da ebeden atlatma ve savuşturma´ adına dillendirilen söylemlerle, birbirimizle vuruşma adına, imkânlarımızı heder edeceğimize, vakıayı doğru tespit ederek, çözümü de ona göre ortaya koymaya çalışıp tarihi olarak oluşa gelen "dinî, mezhebi, sosyal, kültürel vb. kalıcı temelleri olan ve eşitlik, hak ve adalet çerçevesinde yeniden oluşturulup tahkim edilecek olan kardeşliğe önemle vurgu yapma adına acizane olarak sizlere kaleme almış olduğumuz iki adet yazıyı sunuyoruz.

Okumak ve kardeşliği önemseme dileğiyle...

Kürt sorununun "psikolojik" temeli... 

En başta şunu belirtelim ki; Adına ?Kürt sorunu´ denilen sorun, bir ontolojik bağlamda var olduğuna inandığımız ve daha açıkçası var olduğunu müşahede yoluyla kabul etmemiz söz konusu olan bir halkın bunca somut olgu ve bulguya rağmen temel insani haklarıyla birlikte inkâr edilmesinin gayr-ı kabil olduğu devşirme bir paradigmal zihinsel ürününün sonucu bir sorundur.

Bu bağlamda kestirmeden gidersek şöyle bir sonuca da ulaşabiliriz; o da kendisini her şeyden ziyade adına ?Türk halkı´ denilen insan topluluğunun modern zamanlar diliminde kurucusu olarak gören, o halka da başka bir yol, yöntem tanımayan felsefik temel olarak ta geçen yüzyılların kaba materyalist ve pozitivist düşünce biçimini benimseyen kadronun aynı zamanda ontolojik olarak bir ?Türk Sorunu´nun da mucidi olduğudur! 

Zaman içerisinde bu pozitivist baskıcı kadro; zamanın şartlarını, halkın eğitim durumunu ve ?din´le olan bağından kaynaklanan gevşek durumunu ve bunların tümünü besleyen geleneksel ve yeni oluşan modern bir tarzda da her türlü kirliliğe bulaşmış kimliğini bir halkın çeşitli disiplinler açısından bağını kopartmaya sebep kılmış, diğer yandan ise, ?öteki´leştirdiği halkı da daha da ileri giderek topyekûn bir imha yoluna gitmiştir. 

Bu imha eylemi yoğun olarak, cumhuriyetin ilk yıllarından itibaren artarak devam etmiştir. Sözde devreye sokulan bu açılım; DP´nin 50´li yıllardan itibaren başlattığını düşündüğümüz çabaları, genel anlamda özgürlükler ve elde edilmesi gereken haklar ve görecede olsa devreye sokulan açılımların çoğu o zihniyet içerisinden çıkan siyasetçiler eliyle ?sistemin bekası uğruna´ kesintiye uğratılmıştır. 

Kesintiye uğratılmakla da kalınmamış ve bu sayede genel ve etnik tabanlı haklar adı ve adları son dönemlerde manşetlerden inmeyen ?Ergenekon´ vari ?kanun dışı değil; hukuk dışı- yapılanmalar tarafından şiddetle üzeri örtülmüştür. 

İsterseniz burada zihin açıcı olması açısından bu duruma dikkat çekelim; Çıplak bağlamda özgürlükler alanında şöyle bir ifadeye çok sık tesadüf ederiz, ?Kişinin var olan bir özgürlüğü, bir başkasının özgürlüğünün teminatı değil de yok olması anlamına geliyorsa, o özgürlük, çıplak anlamda özgürlük olarak değerlendirilse bile, genel anlamda bir özgürlük değil, kâbus olur. Kime karşı? Hem o özgürlüğü tepe tepe kullanmaya çalışana ve hem de özgürlüğü elinden alınmak istenene! 

?Bu ikisi, nasıl mümkün olabilir ki?´ diyebiliriz. Ama insan olgusuna en başta ruhi ve maddi düzlemde bakıp onun o konularla ilgili tüm yapıp ettiklerini tahlil ettiğimizde, birisinin kendisine dayatılan baskılarla iç içe yaşamak zorunda kaldığını, diğerinin ise, başkasının imhasını düşündüğünden dolayı özgürlüğünü doya doya yaşayamadığını, yaşamasının mümkün olmadığını içsel bir tecrübi yolla test ettiğini bilebiliriz. 

O zaman, kendisini bazı verilerden yola çıkarak hâkim güç konumunda gören zihniyetin bu korkularını azami derecede alt edebilmesi için, habire ?karşı´ olarak gördüğü tarafı imha yoluna gitmesi gayet doğaldır!

Çözüm/ler için elzem olan olgu?

İşte geldiğimiz süreçte, Kürt sorunu dediğimiz olgu, böyle bir psikolojik temele bina edildiğinden, başka bir sonuç vermeyecekti bize ister istemez! Su mecrasına doğru akardı! 

Adına İslami literatürde ?sünnetullah? dediğimiz dünden bugüne evrensel bağlamda zerre miskal değişikliğe uğramamış olan ve aynı zamanda da toplumsallığı ve fiziki olarak dünyanın hareketliliğini etkileyen, sonuçta da kesin bir dille belirleyen ilahi yasalar bağlamından olayların künhüne vakıf olduğumuzda, yapıp ettiklerimizin de ne anlama geldiğini görebiliriz. 

Bu ?yasa´ olgusunu toplumsallık bağlamında ?Kur´an?dan şu ayet vurgusuyla belirtebiliriz; ??Gerçekten Allah, kendi nefislerinde olanı değiştirip bozuncaya kadar, bir toplulukta olanı değiştirip bozmaz. Allah bir topluluğa kötülük istedi mi, artık onu geri çevirmeye hiçbir imkân yoktur; onlar için O´ndan başka bir veli yoktur." (Ra´d 11.Ayet) 

Genelde tüm sorunlarımızı ve özelde de Kürt sorununu bu bağlamda değerlendirme basireti ve feraseti gösterebilirsek, en başta kimlik kirliğimizin farkına varır, sür´atle o kirliği yok etmek için gerek fert ve gerekse de bir arınma için ulaşabildiğimiz adaleti önceleyen, tevhidi öze uygun İslami değerleri baz alan mümin ve muvahid şahsiyetlerle birlikte nitelikli bir toplum oluşturabiliriz. 

Bunun için öncelikli şart, her tür geleneksel ve modern kirlilikten arınmayı kabul etmek, bir sorumluluk bilinci içerisinde elin taşın altına konulması olan nitelikli bir birlikteliğe yürümektir. 

Bu birliktelikte haklar ve özgürlüklerle birlikte bir yükümlülük te kendisini göstermektedir. Tabii ki, böyle bir birlikteliğin önünde birtakım ?eski ve ?yeni´ şartlar da kapı gibi durmaktadır. 

Önemli olan da o şartları, imkânlar ölçüsünde zorlamaktır!

Türk-Kürt Birlikteliği ve Karşıtlığı; Millet/Ümmet ve Ulusallaşma Ameliyesi...

Anadolu coğrafyasının kavmî skalası, Kürtlerle birlikte Anadolu coğrafyasını paylaşan diğer Müslüman halkları içeriyordu. Bununla birlikte, diğer ´Müslüman´ halklardan ziyade Anadolu coğrafyasında hem kültür hem tarih ve hem siyasal vs. konularda iki halktan öncelikle bahsedilecekse; bu halkların ?Türkler ve Kürtler´ olduğu apaçık ortadaydı. Ta 1071´den buyana günümüze kadar gelen süreçte ilişkileri sıkıntılı ve kısmen maraz taşıyor da olsa tarih sahnesinde Türklerin ve Kürtlerin arz-ı endam ettikleri görülecektir. 

İkisi de bu topraklara tarihi süreç içerisinde Orta Asya´dan ve İran taraflarından gelip, Anadolu´yu yurt ittihaz etmişler, şu andaki varlıklarının sonucunun tespitini belirleyen olay ve olguları, bu topraklarda yaşayıp, günümüzde cari olan kendi anlam dünyalarının oluşumunu buralarda son noktada nihayete erdirmişlerdir. 

İki halkta başta göçebe idiler, doğulu idiler, dinsel inanç bağlamında da ağırlıklı olarak sosyolojik planda İslam kimliğine sahip, demografik bir yapı arz ediyorlardı. Bu iki etnik gruptan Türkler Kürtlere nazaran büyük oranda Anadolu´nun batısında yer edinmişlerdi. Batıda yer edinmeleri haliyle sonradan bu topraklara ve çevreye hükmedecek olan devletlerinde rotasının çiziminde belirgin bir yer edinecekti. 

Anadoluluğu rutin işleyen bu topluluğun batıyla münasebetleri onları, zamanla farklı kılmış, tarihe, topluma ve dine bakış açıları birbirine zıt bir şekilde ayrışmıştı. Zaman içerisinde batı topraklarının fethi ve elde tutuluşu bile seçkin bir zümre bağlamında da olsa Türk ?tabii ki şehirli zümre- unsurunu batıyla yüzleşmeye sevk etmişti. En azından ayrıştırıcı bir vasfa sahip milliyetçilik batıdan, özellikle de Balkanlardan tevarüs ettirilmişti. İşte bu milliyetçilik unsuru bile, saraydan başlamak üzere Türk halkının büyük bölümünü etkilemişti. 

Batıcılığın formel şekli olan modernizm, Osmanlı´nın son dönemlerinde sarayın kabulüyle bir milat olarak tarihteki yerini almıştı. Bu kez de ayrıştırıcılığın esası olan batıcılık, koca bir bünyeyi sarıp sarmalamıştı. Zahiri planda olsa dahi, Türk olgusu özellikle de Kürtler açısından İslam´dan çıkış, bir aidiyetten vaz geçiş olarak zihinlerde yer edinmişti. 

Belki de tarihi gidişatın bir sonucu olarak, büyük çoğunluğun izni ve rızası olmasa bile kavram olarak Türklük kendisini batıcı bir form içerisinde bulmuştu. Yavaş yavaş, bir farklılık kendisini toplumsal katmanda hissettiriyordu. Kendilerine göre bir aidiyet olarak kısmen de olsa İslam´ı temsil ettiği savunulan ve yeniden dizayn edilen ay yıldızlı bayrak, çeşitli ulusalcı semboller ve ihdas edilen yeni yaşam şekli batıcı bir toplumsal kuşatmayı da beraberinde getiriyordu. 

Ne gariptir ki, İslami bir aidiyet içerisinde asırlarca yaşamış bir halk adına icat edilen Türklük, özellikle Türk ve yerine göre de Müslüman olmayan aydınların marifeti sonucunda neşvünema bulmuştu. Birtakım sızlanmalara, süreç içerisinde kısmi karşı duruşlara rağmen, icat edilen Türklük kavramı üzerinden, aynı İslami aidiyeti paylaşan diğer Müslüman halklarla olan ilişkilerde makas bir hayli açılmıştı. Yukarıda ifade etmeye çalıştığımız bu yönelim; Kürt halkının cephesinde ister istemez farklı algılanmış ve bir karşı duruşa zemin hazırlamıştı.

Kürt cephesinden görünen karşı duruş, kısmen etnik temelli de olsa biri tersinden batılılaşma, diğeri ise; gelenekçi formdan kaynaklanan bir İslam ve toplum anlayışı şeklinde uç vermişti. Ör. zengin ve şehirli Kürt ailelerin temel aidiyetlere rağmen, birtakım argümanlar yoluyla batılılaşma çabaları; yine ör. Bedirhan ailesinin o konudaki çabaları? Bir diğer karşı örnek ise; Şeriatı tekrardan ikameye yönelik Şeyh Said (r.a)´in kıyamı vb...

Gerçi bu kıyam, sonuca ulaşmayı önceleyen halis niyete rağmen, işin içerisinde bulunan batıcı Kürt zevattan dolayı milliyetçilik bağlamında ilgilisi tarafından salt bir Kürt/çü kıyam; isyan ve başkaldırı olarak tanımlanmaktadır. Tabiiki Şeyh Said; Müslüman ve şeriatçı/İslamcı bir zat olmakla birlikte kültürel hakları yok edilmek istenen bir halka mensuptu. Sonuçta Şeyh Said kıyamı, içerisinde bulunulan şartlardan ötürü, karşılıklı olarak batıcılığa ayarlı Türkçü/ulusalcı zihinler tarafından salt Kürtçü bir kıyam olarak tanımlanmıştı.

Cumhuriyet döneminin her açıdan baskıcı tutumu Kürt toplumsal katmanında ister istemez dine karşı bir duruşunda varlığını orta yere koyuyordu. Kürt halkına göre; Türkler Batılılaşmış ve gavurlaşmıştı. Bu yargılarında pek de haksız değillerdi aslında...

Tek eksiklik, bakışların istisnalara karşı oluşan yoğunluğun çerçevesinde bir icra sonucu yaşanan sıkıntıların görünememesinde saklıydı. Buna rağmen baskıların yoğunluğunu sürdürdüğü dönemlerde gerek ilmi anlamda ve gerekse de tasavvuf ve tarikat bağlamında Kürt âlim ve şeyhlerin oluşturmaya başladıkları ilim halkalarında Türklerde yer buluyorlardı. Zira, Kürt bölgelerinde öteden beri var olan medrese geleneği kaçak-göçek te olsa devam ettiriliyordu. Ki biz burada bir mihnet duygusunun da boy attığını görebiliyoruz. 

Aslına bakılırsa, batıcılık yoluyla yok edilmek istenen Müslüman Türk kimliği, bu kez, Kürt âlim ve şeyhlerinin irşat çabaları sonucu, kendisini yeniden yapılandırmak için uç veriyordu. Bu âlim ve şeyhlere Said-i Nursi´yi ve Şeyh Abdülhakim Arvasi´yi örnek verebiliriz. İcra edilen bu çabalar bizce, günümüzde bize yeni ufuklar sunmayan/sunamayan Sünni bir formda olmuş olsa dahi, en azından iki halkında İslami aidiyetinin teyidi sayılırdı bir açıdan.

Zaman içerisinde var olan İslami aidiyetle birlikte her iki halkın birbiriyle örtüşen ya da örtüşmeyen yeni yönelimleri olmuştu. Tek parti diktasına karşı oluşan demokratikleşme süreci Türk kesimini devlet katmanında bazı aidiyetlerin törpülenmesi söz konusu da olsa, yer edinmesini sağlamaya yönelik çabaları hızlandırdı. Görece bir demokrasiyle birlikte Kemalizm, halkın pek te rahatsız olmadığı başat bir rejim olarak kendini var etmeye çalıştı. Kemalizm´e aslında bir nefret vardı var olmasına, ama yeniden keşfedilen Türklük, bir kalkınma sonucu pastadan pay alabilme ve çeşitli açılardan dolayı oluşmuş usulsüzlük ve usul bilmezlik ister istemez karşıtına sığınarak var olabilmeyi tetikliyordu.

Yani muhafazakârlaşarak...

***

Burada bazı ufak tefek farklılıklara rağmen Müslüman Türk kesmi meydana gelen olaylara hemen hemen aynı tepkileri veriyorlardı. Tepkiler bir İslamilikten ziyade, milliyetçi, muhafazakâr tondaydı. Hatta bu kesim içerisinde Kürt kitleden de katılımlar söz konusu oluyordu. Blok olarak Nurculuk; Süleymancılık, Nakşibendilik gibi sosyal ve dini akımlar; Demokrat Parti, Adalet Partisi, Milli Selamet Partisi gibi partiler ve Yeniden Milli Mücadele, MTTB gibi öğrenci ağırlıklı kuruluşlar kendi bünyelerinde hatırı sayılır bir Kürt kitleyi de barındırıyordu! 

Adı geçen bu kitlenin o yapılanmalar içerisinde var olmaları ne bir tesadüfi ve ne de bir kırılma sonucuydu. Bir yanda İslami ve etnik aidiyetinin ana düşmanı Kemalizm ve Kemalist düşünceden devşirilmiş İslam düşmanı bir sol anlayış, ister istemez, aidiyet temelinde bir saflaşmayı da beraberinde getiriyordu! Ama, böylesi bir saf belirlemeye rağmen, o yapılanmaların büyük çoğunluğu çoğu zaman muhalifi oldukları Türkçü/Kemalist zihniyetin düşünce kalıplarına yaslanarak, aralarında bulunan Kürt kesime, sadece kendilerine payanda olsun ya da olacak şekilde baktılar yıllar yılı.

Nasıl ki, şartlar olgunlaşınca solcu Kürt kesim, kendisine ilham kaynağı olan Türk soluna karşı mesafe aldıysa, bu mesafe alış, gecikmeli de olsa o milliyetçi muhafazakâr yapılanmalarda hasbelkader bulunan sağcılaşıp millici karakter sahibi olmuş bulunan Kürt kesimleri de farklı tonlarda taraf değişimine yönlendirmişti... 

Salt bir bakış açısını baz aldığımızda burada temel esprinin ne genel anlamda Müslümanlığın ve ne de sol/sosyalist düşüncenin önemsenmediğini gözlemleyebilirdik... 

Temel espri, ne olursa olsun, gelinen muhafazakâr ´modern´ süreçte ´Müslüman´ Türk´ün şahsını, onun dünyasını yansıtan milliyetçilikti. Haddi zatında ise, milliyetçilik; bütünleştiricilikten ziyade, karşı tarafın imhasını isteyen, arzulayan, o uğurda çaba sarf eden bir ayrıştırıcı vasfa haizdir. Dananın kopması ihtimal dahilinde olan kuyruğu misali, zamanla ilişkiler de bir kopma noktasına gelmişti. Ama, her iki Kürt kesimi için de bir nevi sığıntı durdukları yer, hemencecik koparılıp atılamayacak kadar da sağlamlığı ifade ediyordu. 

Müslüman Kürt kesiminin varlık nedeni muadili olan kesim olmasa bile; Kürt solu için bu söz konusu değildi. Kürt solu, kendi varlığını, bir nevi Kemalizm´den beslenen Türk soluna borçluydu. Ör. PKK bağlamında sözde Kürt halkının özgürlüğü adına zaman içerisinde geliştiği söylenen ve öyle de bilinen süreç, Abdullah Öcalan´ın yakalanmasıyla başlayan ?İmralı Süreci´nde bazı batılı düşünce adamlarının düşüncelerinden aparılan, ama ne Türkiye´nin ne Kürdistan´ın ve ne de her iki halkın şu an ve genel anlamda düşüncesine uyması mümkün olmayan tarzda slogan vari ifadelerle ivme kazandırıyordu. 

Ama her atılan adım akamete uğramıştı. Şu anda ise, o yapılanma için bir Kürt devleti peyderpey muhayyel ve zaman içerisinde de gereksiz duruma evirilmektedir. PKK´nın ve bilimun solcu Kürt grupların içerisinde bulundukları durum bu minvaldedir, şu an geldiğimiz noktadan bakılınca... 

Birde bunun yanında büyük oranda Nurcu yapılanmalar içerisinde kendine yaşam alanı bulan yerine göre Kur´an´ın evrensel mesajını içselleştirmeye çalışan, ardından tevhidi düşünceyi baz alan, ama temelde ise, geleneksel/gelenekçi kaynaklardan beslenmeye çalışan yeni dönem sağcı/milliyetçi Kürt yapılanması, bir takım haklı argümanlar eşliğinde, zamanında içerisinde bulunduğu yapılanmalardan ayrışma yoluna gidiyordu. 

Gerçi bu ayrışmaya kesinlikle baştan beri tevhidi düşünceyi savunan, kendi anlam dünyasını onun üzerine inşa eden, milliyetçilik batağında asla bulunma zafiyeti göstermeyen, eldeki imkanlar muvacehesinde ?Hakk´a şahitliği? baz alan ve özellikle de Kürt Sorunu´na dikkat çekip, bu sorunun öncelikle Kürt halkının değerleri açısından çözümünü isteyen ve Kur´an nesline talip müslümanların dahil edilmek istenmesi ise, can sıkıcı bir durum olarak orta yerde durmaktadır. 

Evet, tevhidi düşünce muhibbi Müslümanlar; Kürt veya Türk olsunlar, geçmişin donuk kalıpları içerisinde kendilerine sunulan bayat düşünceleri alıp, baş tacı edip, kabullenmek zorunda değiller bir defa; ikinci olarak ta bulanık bir görüntü peşinde milliyetçiliğe koşan grup, İslami aidiyetinin temellerindeki tevhidi özü, sözde tevhidi bir özle nasıl telif edecek; merak edilirdi doğrusu? 

Geline süreçte, kendi düşünce yapılarına pek te bir hayrı olmamış bulunan gelenekçi kesim gelenekçi olmasına, kendine özgü bir selefizm icat etmesine rağmen, geniş ve aynı zamanda da ilkesel temeli olmayan milliyetçi cenahla bütünleşmeye çalışıyordu. İşte burada devreye ve o devreyi ihya etmeye(!) bir kitle girmiş oluyordu. Bizler Müslüman olarak, insanları değerlendirdiğimizde adaletli olmak zorundaydık... Bu Müslüman kitleyi de aynı kriterle değerlendirmek zorunluluğumuz vardı... 

Bu kitle, hem İslam´ı ve dolayısıyla Kur´an´ı ve hem de yakıcı bir sorun olan Kürt sorunu´na bakışları itibarıyla kendilerini -bize göre ?gelenekçi İslam´ anlayışı- sahih İslami bir yolda gören, medrese kökenli, kırsal ilişkiler ağına uygunluk arz edecek şekilde -bir felsefî form olarak tasavvuf´ tan ziyade- tarikatla göbek bağı kabilinden bir bağıntı içerisinde olan, Sünniliği ve özellikle de nev´i şahsına münhasır bir Şafiiliği toplumsal olarak Kürtlük adına dini anlama ve yaşamada bir yöntem ve devletsizlik bağlamında da ulusal -milli- kimlik olarak gören kitle olarak tanımlanabilirdi! 

Baştan belirtelim ki, bu kitlede, cumhuriyet uygulamalarına kurban giden kesimlerin belki de en mağduru olan bir kitleydi. Diğerleri ise; Aleviler ve genel anlamda Müslümanlar...

Bu kitlenin en başta, belirgin olarak, birbirine bağlantısı olan, zaman içerisinde biri diğerinin yerine ihdas edilen üç-dört kimliği söz konusuydu; Kürtlük, Sünnilik/Şafiilik, Müslümanlık ve doğal olarak, sistemin başta etnik temelli zulümlerine mehaz teşkil eden muhaliflikleri. 

Var olan bu kimlik, zaman içerisinde birtakım sosyal, siyasal ve kültürel sebeplerin sonucunda spontane -kendiliğinden- olarak oluşmuştur. Birbiriyle bağlantısı olan bu kimlikleri ele alıp sorgulayabilirsiniz, bazılarını gereksiz, abartılı vs. bulabilirsiniz. Ama, siz kendi kimliğinize/kimliklerinize nasıl ki, dışarıdan veya içeriden bir müdahaleyi istemez iseniz, karşınızda durduğunuz düşündüğünüz -bir vehim içre de olabilirsiniz- kimlikleri de sorgulama hakkınız olmamalı ve daha açıkçası bir hiç uğruna yargılama yoluna gitmemelisiniz. Ama sosyolojik bir vaka olarak, onu ele alıp, bazı ilmi verilerden yola çıkarak genel menfaate uygunluk içerisinde değerlendirme her zaman mümkündür.

Uyarı! Yapmış olduğunuz yorumlar incelendikten sonra onaylanacaktır onaylandıktan sonra gözükecektir


Bir ömre feda çabalarımız
31.10.2017 04:45:11
Dünya hayatının geçiciliği her daim vurgulanması bizi Allah´a karşı kullu?umuzun bir bikinçle ifa etmemizi hatırlatmaktadır. Bu bağlamdan belli bir yaş olgunluguna gelmiş olan Cafer kardeşimiz bizi ahiret duyarlılığına çağırıyor. Yazı okumayı ve üxerinden tefekkür etmeyi değer. Selam ve dua ile..

Resimlere Tıklayarak Kitap Satın Alabilirsiniz

YAZARLAR