Reklam Görüntülerine Tıklayarak Kitap Siparişi Verebilirsiniz


Sait ALİOĞLU


Kitaptan Kaçış...

Hani elimizde ´kapı gibi´ kitabımız vardı!


"İyi ki kitaplar mı vardı acaba?"

Bir muhafazakâr yayınevinin, yıllardır yayımlamakta olduğu kendi kitapları ile ilgili olarak, yayımladığı eserlerinin kendine has bir özelliğe sahip olduğunu vurgulamak adına, arka kapakta reklam sadedinde şöyle bir ifade bulunmaktaydı; "iyi ki kitaplar var".
Spot cümledeki ´ki´ ekini siz kitap kelimesinin ilk hecesi olarak da okuyabilirdiniz.
Yayıncısının, hem bu ki ekiyle kitap olgusunu öne almakta olduğu ve hem de yayımladığı kitaplar için iyi bir satış stratejisi izlediği öne çıkmaktaydı.
 
Şöyle ya da böyle. Hatta, yayımlanan kitapların bir kısmı, ülke insanının -Müslümanların- sanat, tiyatro gibi konulardan ziyade kitaba ve kültüre aşırı derecede ilgisiz kaldığı bir vasatta, satılan kitap sayısının azlığı da önemsiz kalmaktadır bir açıdan...
Zira, bu ülkede asırlar boyu süregelen kitaba, kültüre aşırı -belli ki ontolojik bir durum vardı- derecede kayıtsızlık ve ilgisizliğe rağmen birileri hâlâ kitap okuyor, bir diğeri de kitaba değer verip onun yayımlanması için çaba sarfediyor ve ondan kazandığı parayla da hayatını idame ettiriyorsa, buna da şükretmek gerekirdi.
 
Bazı konularda azla yetinmek gerekiyor ve gerekecek olsa da, kitap konusunda azla yetinmememek gerekirdi. Ama bu ülke Türkiye/Anadolu ve halkı da maalesef Rabbinin "OKU!" emrine -sözde- muhatap bir topluluk idiyse, bunun vebali de olacaktı en nihayetinde...
Yurdum insanının okumayışını, okumaktan hazzetmemesini, hatta ´yer yer´ ondan nefret etmesi hadisesini türüne özgü bir ontolojiye dayandırmıştık. Bu da, büyük oranda bu toprakları şenlendiren(!) ´Müslüman Türk´ün, ´Müslüman Kürd´ün -Araplar ve diğer Müslüman kavimler de dahildi bu işe- hayata adım attıkları coğrafyalarda içerisinde bulundukları göçebelik kültürüyle ilişkilendirbilirdik.
Ama böyle bir ilişkilendirmeyi, uzun asırlar boyu sürdürmeyi ise olumluluk anlamında pek sağluklı görmediğimiz gibi, hayra âlamet de değildi sonuçta...
Daha da vahimi, yeri geldiğinde klasik ve modern süreçlerde bize arız olan -doğulu ya da batılı- ideolojik paradigmalardan az buçuk sıyrıldığımızda, aklımıza Müslüman olduğumuz gelir ve o bağlamda kitapların efendisi olan ´esas´ kitab´a vurgu yapardık!
O da, genellikle yasak savma kabilinde olup zevahiri kurtarma ve ´düşmanlarımıza üstünlük sağlama´ gibi karın ağrısı bayat söylemlere itibar ederek!
Kitaba karşı ilgisizlik, ona ulaşmanın artık pek zor almadığı günümüzde böyle ise, eski dönemlerde acaba nasıldı, kim bilir!
Ama buna rağmen, Allah (c.c.) bizi "OKU!" emrine muhatap kılmışsa, bu hem ´iki kapak arası´ nesne olan ve ´maddi´ değeri olan kitabı okuma, kainat(kevni) ayetlerini okuma ve Hz. Ali (r.a.)´nin "Ki sen bir zübdi âlemsin" diye tavsif ettiği insanı okuma şeklinde ve birbiriyle bağlantılı okuma biçimlerine de pek itibar ettiğimiz söylenemezdi.
Eğer öyle olsaydı, modern dönemde oluşan ve çoğunun temeli Batı sömürgeciliğini taltif için, yine onlar tarafıdan ihdas edilen -sosyoloji, psikoloji vb- bilimsel formlar, literatürler bu kez, bize ait bir dil, üslup ve anlayışla başka türlü inkişaf ederdi.
Bunun yegane suçlusu, ´yurdum insanı´ olarak tanımlayageldiğimiz sıradan ama Müslüman olan insanımız mıydı, yoksa toplum, kültür ve devlet kurucu ögelere sahip erkânnımız mı?
Aslında hepsi...
Önceliğe bakıldığında, yerine göre sıralamada yerler değişebilirdi, ama nedense zihniyet pek değişmiyordu!
 
Yazımızın başlığını ´Kitaptan Kaçış´ olarak koyduk, ama kendisinden  kaçtığımız sadece kitap değildi; kültür de bu işin içerisinde önemli yer tutmaktaydı. Zaten bunlar birbiriyle ilintili konulardı. Esas kaçışımız ise kendimizden kaçışımızdı.
Düşünün ki, cumhuriyet tarihi boyunca, çoğu da sağ iktidar içerisinde -vasfından dolayı- Kültür Bakanlığı görevinde bulunmuş sol, sosyalist, sosyal demokrat, laik inançlı siyasilerin, bulundukları makamdan hareketle, en azından kendi kitlesinin kitap ve kültür konularında olduğu üzere, birçok alanda ´gerekli ve cesur´ adımlar attıklarına bakıldığında, muhafazakâr siyasilerin sine korka adım atmaya çalışmaları, tam da muhafazakârlık adını açıklarcasına kalıplarına ´cuk´ diye oturuyor ve yerini buluyordu.
 
Bunun bir de devlet boyutu vardı. Özellikle de kültür konusunda. Doksan küsur yıllık tarihinde Türkiye Cumhuriyeti bünyesinde topu topu üç kez kültür şurası düzenlenmişti.
İlki Mustafa Kemal Atatürk döneminde, ikincisi yetmişli yılarda ve üçüncüsü de, maalesef Ak Parti iktidarının 2002´den sonra hemen herşeyini teslim ettiği  Gülenist hareketin oluşturduğu zaaflı durumun izalesine yönelik 15 Temmuz sonrası 2016´da yapılan kültür şurası.
Halbuki bu topraklarda -dine sıcak ya da soğuk bakan yönetimsel bir anlayışın varlığına yokluğuna bakmadan- her dört-beş yılda bir şura yapılamaz mıydı?
Yapılabilirdi, ama devler halka ilgisiz, iktidarlar aciz ve halk da bu işlere dünden razı ve teşne ise, yandı gülüm keten helva!
Sonuçta kültür konusu, bazı açılardan bir tarafa ama kitap konusunda düşündüğümüzde Müslümanların ondan kaçışı olmamalıydı.
Zira Kur´an içerisinde hiç birşeyin eksik bırakılmadığı bir kitaptı. (En´âm-6/38); O en iyi haberdi. (Nebe-78/ 1. ve 2. ayetler) O hidayet kaynağıydı. (Lokman-33/3)
Bu apaçık ve yalın hakikate rağmen o aynı zamanda yalnız, yani müntesiplerince mehcur kırakılmıştı. Yani ondan kaçılmıştı.(Furkan-25/30) 
 
Yazımızın başlığını "Kitaptan Kaçış" olarak belirtmiştik. Bu hem, en başta Furkan Suresi 30. ayette değinildiği üzere Kitab´ı terketme, onu arkaya atma ve ondan olumsuz karşılığı açısıdan belirtirsek bir nevi hicret etme söz konusuydu.
Bir de, maalesef kültürel kodlarınızda izine rastladığımız ve ontolojik olarak genlerimize bir yolunu bularak girip yer edinmiş, ama bizim de ´hiç de umurumuzda olmadan´ adeta içselleştirdiğimiz okumaya, yazmaya, anlamaya, anlaşılır kılmaya ve insanlığa yaymaya değil de, bunların tersini yapmaya yönelik bir terkediş söz konusuydu.
İki şekilde kitabı terkedip ondan kaçtıktan sonra, onun yerine elbette birşeylerin ikamesi gerekecekti. Bunun için de mutlaka birçok form ve ihdas edilmiş olmalıydı.
Bunlar, genellikte batıl inanç ve hurafe olarak karşımıza çıkardı. Bu işin avam boyutuydu. Havas boyutuna gelince ise, başta Kur´an olmak üzere, içerisinde cidden insanı ´maddi ve manevi´ anlamda yetiştirecek ´sahih´ bilginin yerine, yine ´sözde´ insanı dâhil eden mistik okuma ve okutma biçimleri arz-ı endam ediyordu.
 
Medrese temelli okumalar ise ya halka ulaşmıyor ya da birileri, ondan yayılacak olan bilgiyi halktan esirgiyor; onun yerini yukarıda da belirtmeye çalıştığımız üzere batıl inanç, hurafe ve büyük oarnda ´sahih´ olmayan bilgileri aktarmakla yetiniyordu.
Günümüze, daha doğrusu modern sürece geldiğimizde de, eskiden beri tevarüs ettirilen bu tür bilgilenme karşılılığında, Yahya Kemal gibi ´seküler ama muhafazakâr´ münevveran(!) tarafından, ayakta kalabilme adına, batıda Fransız ihtilaline karşı oluşan refleksleri baz alan muhafazakâr ve indirgemeci yollar ve yöntemler, aynen muhafazakâr(kilise) batıdan bize kopyalanıyordu.
Sözde kendi değerlerimize sahip çıkıyorduk; ama bunu da hükmü kalmamış bulunan kilisenin kendini var etme refleksine dayandırmaya çalışıyorduk.
 
Hani elimizde ´kapı gibi´ kitabımız vardı!
 
İşte ondan kaçarsak, olacağı da buydu. Başka söze ne hacet!
Artık, bu işi böyle sürdürmeye devam edersek şayet, yapılacak olan şuralarda bir işe yaramayacak, sadra şifa olmayacaktı. Zira Kitab´ı mehcur, yani terketmiştik...

Uyarı! Yapmış olduğunuz yorumlar incelendikten sonra onaylanacaktır onaylandıktan sonra gözükecektir


Resimlere Tıklayarak Kitap Satın Alabilirsiniz

YAZARLAR