Reklam Görüntülerine Tıklayarak Kitap Siparişi Verebilirsiniz


Sait ALİOĞLU


İslamcılık Nedir?

İslamcılık, ona anlık menfaatleri açısından yaklaşanlar için adeta; tiyatronun tanımlanmasında sıkça kullanılan ?iki kalas, bir heves? misali bir alan hükmündeydi.


İslamcılık, Allah´ın vahiyle desteklediğine inandığımız Hz. Muhammed (s) den buyana; haktan yana, ona layıkıyla kul olma esprisine dayanan ve her tür batıla karşı bir özgürleşme hareketi olarak okunabilecek olan İslam´ın ve ondan sadır olan tevhidi ilkeler çerçevesinde gelişen hayat telakkisinin adı idi.

Yine bununla birlikte İslamcılığın, uzun asırlar boyunca kapkara bir tablo içerisinde yaşadığı bilinen Batıda, yanlışı ve doğrusuyla onun adına ortaya konan modern ve seküler çerçeveli kurtuluş çabaları bağlamında, bize sirayet eden klasik paradigmaların sonucunda vücut bulduğu da söylenebilirdi.

Yukarıda da belirtildiği üzere; en başta yüzlerce yılın körlüğü ve ağırlığı başta olmak üzere, bu mevzulara yönelik bir etki-tepki ve tepki meselesine koşutluk içerisinde, Batınında kendi deviniminin eseri olan bir takım fenomenler sonucu oluşan hava İslamcılığında doğmasına vesile olmuştu.

Bu noktadan hareketle; İslamcılık en başta, bize reva görülen o saltanatçı, despotik kör ve ağır havalara karşıtlık içerisinde, Batının etkisinden önce, birçok Müslüman âlim ve hareket önderinin, ıslah, ihya ve tecdid çabalarının da İslamcılığa kaynaklık teşkil ettiğini söyleyebiliriz. Ör. İbni Teymiyye, Şah Veliyullah Dehlevi vb.

Ki Şah Veliyullah Dehlevi, daha modern Batının oluşumundan ve dolayısıyla da, kendisinin vatanı olan Hindistan´ın İngiliz sömürgeciliğine maruz kalmadığı bir dönemde-yaklaşık yüz yıl öncesi-kendi yurdunda bir ihya ve tecdid hareketine girişmişti. K bu aslında, maksat açısından İslamcılık çabası olarak değerlendirilebilirdi. Ayrıca Dehlevi de dâhil olmak üzere, ihya ve tecdid işine girişen zevatın ortaya koymaya çalıştığı çabalar, dönemleri itibarıyla hem kaynakların okunup anlaşılması, uygulamaların vücut bulması anlamına gelen ilmi ve kültürel çabalarla birlikte, kıyam hareketlerini de kapsamaktadır.

Artık şunu rahatlıkla söyleyebilirdik ki İslamcılık yukarıda, anlatmaya çalıştığımız olgulara ve şahısların çaba ve gayretlerine ek olarak onların izahını kolaylaştıran ve hem de anlaşılır olmalarını sağlayan bir vasatta, Batılı güçlerin İslam dünyasına, özellikle askeri ve ekonomik alanlardaki meydan okuyuşunun hız kazandığı 18. ve 19. yüzyıl döneminde Müslüman aydınların aradığı kurtuluş çarelerinden biri olarak ortaya çıkmıştır 

Cemaleddin Efgani, Reşid Rıza, Muhammed Abduh gibi yazarların eserlerinde geleneksel İslam düşüncesi ve anlayışının eleştirisiyle ilk nüvelerini göstermeye başlamıştır. 20. yüzyılda da Muhammed İkbal, Seyyid Kutub, Ali Şeriati gibi isimler İslam düşüncesine katkıda bulunmuşlardır.

Ayrıca bir çırpıda Osmanlı son dönem aydın(Türkiyeli) ve âlimlerinden de İslamcılık formu içerisinde iştigal etmiş şahıslardan da bahsedilebilirdi. Örnek vermek gerekirse, yaşamış olduğu ve sureta birbirinden farklı dönemlerinden hareketle değerlendirilebilecek bir Said-i Nursî/Kürdî ve Safahat adlı eseri bir İslamcı metin olarak tanımlanmayı layıkıyla hak eden Mehmed Âkif(Ersoy) sadece bu kulvarda adlarını sayabileceğimiz iki mümtaz şahsiyet idiler.

İslamcılığın bir tek izahı mı vardı?

Mümkün mertebe aşağıda da konusu geldiğinde, yukarıda neşet etmesi açısından İslamcılığın bir tek izahının olup olmadığı konusu önemli bir konu olarak önümüzde durmaktadır.

Konuya giriş sadedinde; İslamcığı, yaşadığımız bu çağdaş ortamda, Kur´an´da çerçevesi çizilmiş olan ve bizzat Hz. Peygamber(s)´ diliyle sahih sünnet bağlamında çerçevesi hiçbir şüpheye ve istifhama mahal vermeden net bir şekilde oluştuğuna inandığımız itikadi/inançsal temeller var olduktan sonra, ekstra bir itikad üretmenin sağlıksız ve bir o kadar da sakıncalı olduğu, onun yerine an´ın fıkhını üreten, bu fıkıhtan yola çıkarak yapılacak okumalar bütünlüğünde konuya dâhil olduğumuzda geçmişte üretilen ve hakikat kantarına vurulduğunda elde avuçta kalan donelerin yanında, yine kantara vurulduğu halde, konu yoğunluğu açısından elde kalmadığı/kalmayacağı gözlemlenecek olan, ama hep birilerince hakikatin bizzat kendisi olarak lanse edilip duran bilgilerin tashih edilmesi girişimini çok rahatlıkla İslamcılık olarak okuyabilirdik 

Bu meyanda, çıplak akla hitap eden vahyin, akılla birlikte, onun yol göstericiliğinde kalbinde onayladığı bir vasatta mevzular bütünlüğüne sahip, oluşan havayı soluyan ve o espriyi anlamış bulunan bir Müslüman, yukarıda da belirttiğimiz üzere itikat üretme işini Kur´an´a bıraktığı sürece bir İslamcı olarak görülecektir.

O zaman duruşunu bu minvalde oluşturmuş bulunan her Müslüman, aynı zamanda bir İslamcı olarak düşünülmesi gerektiği gibi; buna rağmen, böyle bir duruş içerisinde bulunduğu düşünülen birçok Müslümanın ise, bazı temel mevzuları çeşitli itikadi, siyasi, kültürel, tarihi vb. doneler sonucu ıskaladığından ötürü İslamcı olarak değerlendirilmeyebileceği de bilinmelidir.

Bu çerçeveye baktığımızda, bugün önemli bir kısmını salt sosyolojik açıdan, bir kısmını da o kategorik açının dışına taşırma suretiyle İslam´la şu ya da bu açıdan irtibatlı olarak görebildiğimiz ?Müslümanların? büyük oranda, adeta kılcal damarlarına sirayet etmiş bulunan ve aynı zamanda da bir iyi niyete binaen ?geleneği yaşatacağım saikiyle- geleneğin birçok yönünün dinleştirildiği vakıasına bakıldığında, hem formel olarak ve hem de mana açısından İslamcı olmadıkları tespitinde bulunabilirdik.

Gerçi, onların önemli bir kısmının, ?geleneğin hatırına´ gelenekçilikte ısrar etmelerinin zayıf noktalarını gördüklerini, ama bu noktaları adeta yok saydıklarını, görmezden geldiklerini ve o zayıf noktaların deşifre edilmelerini, doğrusu ve yanlışıyla kendi sahip oldukları inançlar, düşünceler ve anlayışlara karşı olduğunu bildikleri halde, sanki bu deşifrasyonun bizzat Kur´an´a yönelik olarak yapıldığı zannıyla ortalığı velveleye verdiklerine öteden beri şahitlik etmekteyiz 

Ki deşifrasyon ve saldırıların Kur´an´ın, mânâ anlamında değil de, madde anlamında diline sahip olduğu bilinen, yerli ve yabancı akademik çevrelere mensup insanların, yapa geldikleri her tür çalışmayı, sanki İslamcılar yapıyormuş gibi lanse etmek İslamcılığı itibardan düşürmez, ama o gelenekçilere de bir itibar kazandırmaz ve onlara payeler vermezdi.

Yine İslamcı kategorisi içersinde bulunduğu ve çeşitli açılardan öyle değerlendirildiği halde, Kur´an´ı ?her şeye sözüm olsun!? düşüncesiyle araçsallaştıran bazı tiplere ?ki onlar olsa olsa modernist din araştırıcıları olabilirlerdi- rastlanabileceği gibi, ?geleneği savunuyorum!? iyi niyetiyle bazı kaynakları Kur´an´la eşdeğer görmeye çalışan ve hayatının önemli bir kısmını ne yazık ki bu uğurda harcayan ?makul? Müslümanları da görebilmekteyiz. Ki zaten cıngarda bu noktada son dönemlerde medyaya yansıyan ?gelenekçi-İslamcı? kapışma, çatışma ya da mücadelesinden kaynaklanmakta idi!

İslamcılık ?iki kalas, bir heves´ miydi?

Türkiye´de öteden beri tiyatrocular, tiyatroyu ?İki kalas, bir heves!? diye tarif ede geliyorlardı. Burada kalastan maksadın, tiyatro eserinin sergilendiği, oyunun oynandığı sahnede, oyunun sergilendiğinde açılan ve kapanan perdelerin işlevsel hale getirilmesi için perdenin her iki tarafında bulunan ve boyu neredeyse iki adam boyunu geçen kalas; heves ise bildiğimiz hevestir. Bu anlamlı ve bir o kadar da düşündürücü ifadeden yola çıktığımızda, insanların birçok heveslerinin olduğunu görebiliriz.

Hevesin kelime anlamı itibariyle ?istek´ ve aynı zamanda da ?geçici istek´ olduğu söz konusudur. Geçici isteğin, adı üzerine kalıcı olmadığı, geçici olduğu ve kişi açısından belli bir amaca, hedefe ilerlerken, kişinin kullanmak istediği maddi ve manevi birçok doneyi, materyali kapsadığı görülür. Çoğu kez, bu materyallerin, kişi için belki de bir kullanımlık değeri vardır.

Yine belki de, kendi sikleti ne ise, o materyallerden beklediği güç, kuvvet ve fayda da o minvalde olacaktır. Kısacası; hedefe ulaşmada, ya da başta gizlenmiş bulunan amaca ulaşmada, kişi bir oportünist olarak ortaya çıkacaktır.

İşte bu ifadelerden yola çıktığımızda, 2.Meşrutiyet´in klasik paradigmalarından olan ve yaklaşık yüz elli yıl önce, dönemin, bir avuç Müslüman âliminin ve mütefekkirinin başta Müslümanları geleceğe taşımanın yanında, yanlışı ve doğrusu ile İslam dünyasının kalbinde bulunan ve onun başta ?maddi´ olmak üzere, manevi planda da hamisi pozisyonunda bulunan ve döneminin batılı emperyalist güçlerin tasallutu altına girmiş bulunan Osmanlı devletini, içerisine girdiği bu bunalım söz konusu idi.

İşte kaos ve kriz ortamından çekip çıkarma ve onunla birlikte tüm Müslümanları ?İslam adına? ?ıslaha teşvik ve onların yenilenmesi´ adına ortaya konan; ama cumhuriyetle birlikte baskıcı politikalar sonucu uzun bir dönem sessiz kalmayı yeğleyen İslamcılığın altmışlar ve yetmişlerden buyana İslam dünyası ile birlikte Türkiye´de atağa geçtiği gözlemlenmektedir.

Belki de başta, daha doğrusu ortaya koyuş amacına binaen Osmanlı devletini kurtarmaya yönelik çabanın, o dönemde de olmak üzere, seksenler sonrasına bakıldığında, bir açıdan itikatte mezhep olgusundan, dini düşünceye ve hayata arız olan ?çoğu da uzun asırlara dayanan- batıl inanç ve hurafe ile sözde Müslümanların kanaat önderleri, âlimler vb. şahısların oluştura geldikleri ve topluma da çeşitli yol ve yöntemlere empoze etmeye çalıştıkları ?gelenekçi din´ anlayışlarına karşı mücadeleye girişince, o döneme kadar, kendi gelenekçi kulvarında ilerleyen, ama bu kulvarı da neredeyse ?yer, yer´ putlaştırdığı görülen birçok hoca efendinin ve sair şahısların?Şii dünyadaki ?gelenekçi´ler de buna dâhildi- heves elbisesini çıkarıp, çoğu da yaklaşık yüz yıl öncesine ait bazı tarihi bilgileri ters yüz ederek İslamcılık ve İslamcılar aleyhine kullandıklarını görmekteyiz?

İslamcılık, salt belli bir çevreye ve zümreye irca edilemezdi, ama İslamcılık bir açıdan da, İslam düşüncesi, daha doğrusu Kur´an düşüncesi önünde engel teşkil ettiği görülen başta mezhebi olmak üzere, bölgeci anlayışlara da pek müsaade etmezdi. Onları tanır, onların Kur´an ve sünnet çerçevesinde temellenmelerini arzulardı, ama onların asla öne çıkmasını doğru ve şık bulmazdı!

O hayatın içerisinde idi ve Müslüman´ı da hayatın içerisinde hareket ederken, daha evrensel pencerelerden bakmaya yöneltirdi. Bu açıdan, onun İslam´dan devşirmeye çalıştığı kriterleri söz konusuydu. Buna rağmen İslamcılık, ona anlık menfaatleri açısından yaklaşanlar için adeta; tiyatronun tanımlanmasında sıkça kullanılan ?iki kalas, bir heves? misali bir alan hükmündeydi.

İnsanların çoğu daha doğrusu, kendi mezhebi, sosyal, siyasal ve kültürel çerçevelerinden bakıldığında, dile getirtmekte zorlandıkları düşünceleri ve görünür kılmak isteyip de bir türlü kılamadıkları pratiklerini çağdaş dünyaya yeterince anlatamadıklarından olsa gerek, bir ?yeniden kurtuluş?un adı ve formu olan İslamcılık yoluyla seslerini duyurmaya çalıştıkları görülür, görülmesine, ama burada İslamcılığın sadece bir araç olarak kullanılıyordu.

Yeri gelir İslamcılıktan birtakım mülahazalarla hoşlanmayan şahıslar, gruplar, cemaatler, öbekler ve kanaat önderi İslamcılığa sığınır, ondan medet beklerdi! Daha doğrusu, kendilerinin yolunu kesmeyen çalışan ?Çağdaş Yaşamcılar´ın laiklik üzerinden bir fazlalık olarak görüp yok etmek istedikleri İslam ve ondan da ziyade, kendi modern anlayışlarına uymadığı görülen geleneksel düşünce ve yaşam şekline karşı mücadelelerinde, onları sözde alt etmeye yönelik atraksiyonlarında, kendi gelenekçilikleri argümanlar bazında cidden bir işe yaramıyorsa, soluğu İslamcı formda alıyorlardı.

Bu durum, 90´ların başında özel tv kanallarında peş peşe yayımlanan tartışma programlarında, kendileri açısından konuşturmaya adam bulmakta zorlandıklarından, izledikleri programlarda bir iki İslamcı aydın, ya da hoca gördüklerinde, bu işin hemencecik kendi lehlerine biteceğini varsaymaktaydılar. Sonra ise, yine dönüp onu, yani İslamcılığı mezhepsizlik olarak; sünnete riayetsizlik ve bunlara bağlı olarak da, modernist bir din anlayışının versiyonu olarak suçluyorlardı.

İslamcılık; Yanlışlanma ve doğrulanma durumu?

İslamcılığın kendisi İslam´ın yanında, bu çağın kendine özgü şartlarında oluşmuş olup, onu ortaya koymaya çalışanların İslam´dan ne anlıyorlarsa, onunla amel ederek Müslüman kitlelerin sesi olması için çalışılan bir dünya görüşüydü sonuçta. Yarın tümden yanlışlanabileceği gibi, bugün, ondan anlaşılan düşüncelerle paralellik arzedebileceği de varsayılabilirdi. Sonuçta o da düşüncelerden bir düşünce, yollardan bir yol ve ideolojilerden bir ideolojiydi.

Ama bir tek şartla; zahiren içerdikleri açısından Kur´an düşüncesine diğer ?İslami? formlara nazaran daha yakındı. Zira Kur´an´ın aslî kaynağından beslenmeye çalışıyordu. Bu ifadelerden sonra, İslamcılığı, başta da belirtmeye çalıştığımız gibi itikat üretmeden, ona heves etmeden, yaşanan geçmişi sadece, o dönemde ortaya konan pratikleri açısından alıp değerlendiren, tahlil eden ve sonuçta ondan çıkarımlarda bulunan bir form olarak değerlendirebilirdik.

O zaman İslamcılık ilhamımı Kur´an´dan alan bir sosyal form ve bu formun bir hukuk boyutudur diyebiliriz sonuçta?

Uyarı! Yapmış olduğunuz yorumlar incelendikten sonra onaylanacaktır onaylandıktan sonra gözükecektir


Resimlere Tıklayarak Kitap Satın Alabilirsiniz

YAZARLAR