Reklam Görüntülerine Tıklayarak Kitap Siparişi Verebilirsiniz


Sait ALİOĞLU


Hangi Siyaset?

Zira siyaset, ona, akl-ı selim ve mantık içre uygun bir çerçeve çizmekten ziyade, ona ilgilisi tarafından dünyalık oluşturmada başat rol verildiğinden olsa gerekti!


Bir ara, bir dost meclisinde siyaset mevzuunu ele almıştık. Orada bulunan bir arkadaşımız şöyle bir soru sormuştu; ?Siyaset ?ne adına´ ?Niye´ ve ?Ne İçin Yapılır/dı?? diye?
 
Bu konuda, mecliste bulunan hemen herkes, sorulan bu soruya, kendi yanından ve konuya bilgisi ve ilgisi bağlamında cevaplar vermeye çalışmıştı. 
 
Meclisi oluşturan dostlarımız büyük oranda, içerisinden geldikleri yapıların kalıplarına göre hareket ediyor, tavır ve duruş sergiliyorlardı. Ki o yapılarının büyük bölümü, kendilerini -konjönktür gereği olsa- ?siyaseten´ Ak Parti içerisinde konumlandıran fertten cemaate, tarikata, yapılara ve hatta misyonunu tamamlamış bir iki partiye, partiliye kadar temsil ediliyor ya da temsil ediliyor görünüyorlardı.
 
Dedik ya, konu siyaset ve iktidarda da Ak Parti olunca, verilen cevaplarda, aynı mantaliteye ve ?yaşanan ortama´ uygun bir şekilde verilmeye çalışılmıştı. Herkes kendince, sorulan bu elzem soruya bir cevap vermeye çalışmıştı; salt kutsal ve ?milli´ değerler adına, Şeriat adına, ülkenin birlik beraberliği ve dirliği adına, kazanımları elde tutma adına vs. vs?
Verilen cevapların içeriğine ve niteliğine bakıldığında, bunlar; doğru ve yanlış, eksik ve tam, sağlıklı ve sağlıksız kategorilerine konma suretiyle bir değerlendirilmeye tabi tutulabilirlerdi. Sonuçta ise hakikat hiçbir kimsenin yanında olmadığından, olamayacağından dolayı hemen herkeste bu hakikatin bir parçası bulunabilirdi. 
 
Ki bu hakikati genel anlamda başlı başına bütünlük arzeden bir olgular silsilesi içerisinde değerlendirip onu hak ettiği payeyi verdiğimizde, günümüzde revaç bulup işlerlik kazanan ve bir işlevselliğe sahip olduğunu bildiğimiz demokrasi olgusu üzerinden hesaplamaya çalıştığımızda, hakitatin kendisini bu oyunda bir yerlere oturtmadığını da peşinen kabul etmemiz gerekecekti...
 
Ki hakikat kendisini, genel geçer işleyişleri istisna kıldığımızda, çoğunluğun değil de başarısız görülecek olsalar dahi, nitelikli azınlığın ortaya koyabildiği pratiklerde belli edecek ve belirgin kılacaltı. Salt seküler mantıkla düşünüldüğünde, hangi şart altında olursa olsun ´çalışanın kazanacağı´ önermesine zıt bir oranda, azınlıkta olan, ama nitelikli hareket edenlerin ve bu nitelikten dolayı olsa gerek müttakilerin kazanacağı (Hud; 11/49) öngörülmeliydi.
 
Yani şatafatlı olmanın kısa bir dönem için ağırlığı olacağını varsaysak da bunun geçici (muvakkat) olacağını, onca ilgiye rağmen kalıcı olmayacağını, olamayabileceğini peşinen kabul etmeliydik. Öyle olmasa idi, ilgilisi tarafından ne niteliğin peşine düşülür ve ne de ´geçici albenilik´ten vazgeçilirdi.
 
Ama geçici albeni revaçta idi...
 
´Niye´ acaba?
 
Zira siyaset, ona, akl-ı selim ve mantık içre uygun bir çerçeve çizmekten ziyade, ona ilgilisi tarafından dünyalık oluşturmada başat rol verildiğinden olsa gerekti!
 
Siyaset ne adına yapılırdı, ya da yapılıyordu?
 
Sorulan o soruya verilen cevaplarda görebildiğim kadarıyla, o Müslümanların en azından bir kısmının düşünce dünyasını ?öteden beri´ kuşatan, çekip çeviren ve gelenekçi formatta kalmış, kendini yenilemeye müsait olmayan, yani din diliyle söylesek, kişiyi bir tecdid(yenilenme) ve ihyaya(hayat bulmaya) yönlendirmeyen, yönlendirmekten uzak mı uzak ve geleneği, sorgulama gereği duymadan, onu adeta kutsal bir şeymiş gibi telakki ettiren ideolojik, mezhebi ve meşrebi argümanlara bakıldığında, ne yaşanan hayatın, ne değişip duran dünyanın, bölgesel ve küresel farklılaşmanın, miadını tamamlamış söylemlerin, bir cazibesi kalmamış eylemlerin, eylem türlerinin, ne ha bire değişip duran paradigmal değişimlerin, ne iktidara gelip kurulan yapıların ve lider kadrolarının daha söylenmedik sözlerinin ve sonuca yönelik olarak yapmak istedikleri işlerin mahiyeti ?flu´dan net´e? ulaşmadan, görünürlük kazanmadan ciddi bir karşılığı ve anlamı olmayacaktı.
 
Bu durum sadece, muhafazakâr bir partinin iktidar döneminde ve modernizm sonrası ?alenen´ yaşadığımız postmodern dönemlere has olmayan, beri yanda, bir açıdan, bizden önceki dönemlerde Batı´da/Avrupa´ya yaşanan demokrasi/siyaset ilişkilerinde olmak üzere, tek parti ve çok partili hayata geçildiği dönemle birlikte, siyaseti liberalizm çerçevesinde yapılandırmaya çalışan Turgut Özal´ın dönemi de dâhil olmak üzere, sosyal demokrat sol ve milliyetçi partilerin iktidar ortağı olduğu dönemleri de kapsamakta olup. eleştirilerimiz varsa, bunları da kapsamalı, kapsamaktaydı. 
 
Mevcut şartlar içerisinde yömelteceğimiz eleştirilerin, başta ciddiye ve dikkate alındığı, hatta alınabileceği bir vasat var mıydı, diye sorduğumuzda, mes´eleyi açıklığa kavuşturacak donelerimizin bulunmadığını söyleyebilirdik.
 
Elde donelerimiz bulunsa idi dahi, sözde temsili değil, adına doğrudan demokrasi denilen bir vasata rağmen, yapılacak şikâyetlerin önemli bir bölümünün yerel siyasi basmaklarda iç edilip hiçleştirildiği düşünüldüğünde herşey anlamsızlaşacaktı. Zira o basamaklarda büyük oranda ´asttan üste doğru´ ekonomik çıkarlara uygun donelerin revaç bulduğu gerçeği geçerli idi, seküler/kapitalist algının Müslüman zihni işgal ve iğdiş ettiği vasatlarda...
 
Böyle bir siyaset tarzı sürdürülürken, Müslüman dayanağını, kendi inancından alacak olsaydı ne anlam ifade ederdi? Yine, hiçbir şey!
 
İslâm ve siyaset; İslâmî siyaset...
 
Doğruyu arayıp bulmaya çalışan, ama yanlış ideolojik argümanlara sahip siyaset ehlinin, kendi bütünlüğü içerisinde bir yerlere oturtmaya çalıştığı siyaseti bir anlık istisna kıldığımızda, alanında ´hiç´ örneği bulunmayan İslami siyaset, peygamber(s) eliyle Mekke döneminde halka kan kusturan dokuzlu çeteye (Neml; 27-48) karşı nasıl bir tevhid, hak, adalet, emek ve özgürlük mücadelesi vermiş ise, ondan bugün, yarın ve gelecek içinde, çetelere, kartellere, tröstlere ve küresel ekonomik zulüm güçlerine karşı o oranda bir mücadele vermesi beklenirdi. 
 
Siyaset kendisine zemin oluşturma adına toplumsal bir bütünlük, uygulanırlık zemini ve ortaya konacak pratiklerin sonucunda, toplumun yönetilmesi adına bir devlet aygıtına ihtiyaç hissedecekti. Bununla birlikte, örnekliğini, ilk İslâm devletinin tesisinden önceki dönemde Hz. Peygamber(s) ve ashabının daha Mekke´de gördüğümüz pratiklerden hareketle onlara uygun,  ama günümüz şartlarını içerisine alacak olan bir siyaset düşüncesi geliştirebilirdik. 
 
Buna rahatlıkla makam ve mevki istemeyen, ama toplumu topyekûn gönendirecek olacak bir tarzda ve Medineleri oluşturmaya namzet alternatif ´sosyal´ siyaset diyebilirdik. Ki bunun izine Hz. Muhammed´in(s) Mekke döneminde izlediği stratejilere bakarak söyleyebilirdik; ?Peygamberler, insanların hayatına egemen olan sistem bozulduğunda, tevhidi görüş bulanıklaştığında devreye girmişlerdir. Bilindiği gibi resullerden önce ifsad yaygınlık kazanır ve dini bir meşruiyet kazanabilmek için de yönetim erki tarafından kontrol altında tutulmaya başlanır. İfsad, iktidara da dini bir görünüm kazandırdığından ve toplumda her resul, tevhid mesajını getirdiğinde karşısında kurulu bir düzenin ileri gelenlerini bulmuştur.? 
(http://www.dunyabizim.com/etkinlik/8412/mekke-doneminde-siyaset-nasildi)
 
Onun(s) bu stratejilerine bakıldığında; a)İslâm´a uygun düşmeyen mevcut iktidarının meşruiyetinin toplum nezdinde Kur´anî bir bilinçlenme ile geçersiz kılınmaya çalışılması, laik egemenliğin dayanağını oluşturan batıcı seküler söylemin çürütülmesi ve bütün hayatın vahyin ışığında yeniden düzenlenmesine ilişkin bir davetin seslendirilmesi, şiddet olgusuna tevessül etmeden, kaosa ve olası bir kriz ortamının oluşumuna engel olarak ve var olan devleti de olumlu anlamda bir değişim ve dönüşüme tabi tutarak yapılabilirdi.
 
Kısacası böyle olacak idi ise eğer siyaset, Allah rızası için, hak için halk adına ve peygâmberî bir bağlamda anlam kazanırdı. Gayrisi ise, kadrolaşmak, rant elde etmek, ideolojik olarak güçlenmek, dünyalık peşinde koşmak ve ayrıca ´büyük anlatılar´ kabilinden öteden beri gelen milli duyguları, dinî argümanlar üzerinden çağa taşıma suretiyle onunla da onure olmanın yollarını tespite kalkmak ve ona, çoğunlukla da -aslında bile isteye- maksadın dışına taşarak dinden meşruiyet aramak olduğunu doğuda ve batıda olan örneklerine bakarak söyleyebilirdik.
 
Halbuki böyle bir yola tevessül edileceğine, tabiri caizse ´yelkenleri suya indirerek´ Kur´an^da belirtilen temel ilkelere sadık kalarak, onun arzusu istikametinde hakiki bir meşruiyet çabası içerisinde olm ak daha aklî ve daha dine uygun olurdu.
 
Biz bu Kitap´ı sana, insanlar arasında Allah´ın sana bildirildiği ile hükmedesin diye indirdik. (Nisa;4/105)
 
Dini referans alarak, ´güzel, şık, ve faydalanıp uygulanabilir´ bir vasatta ola dahi, düpedüz seküler batı mantalitesinden mütevellit bir temele irca etmeye tevessül etmeden,  ilkeyi imani hakikatlerle oluşturmak, hayata bu pencereden bakmak ve hemen her şeyde olduğu üzere siyaseti de aynı tarzda O´nun rızasına uygun hale getirmenin adına ´İslaâmî siyaset´ diyebilirdik. Ki bunun da zamanı, zemini ve ortamı ´el çabukluüu marifet´ kabilinden olmayıp ciddi bir bilgi birikimini, cehdi, çabayı, samimiyeti, emek orta koymayı gerektirirdi. o ise şimdi ne gündemde idi ve ne de xiyasilerimizin öyle bir derdi ve zamanı vardı.
 
O halde bunu kim yapacaktı; Bizler adına yabancılar mı, ya da bizden görünüp işin kolayına kaçan zevat mı? hangisi? 
 
İkisi de değildi zahir. İş başa düşecek ve kendi kurumlarımızı kendi inancımız temelinde oluşturmaya niyetlendiğimiz, ama hemencecik bir açıdan başarı elde etmeyi arzulamadan ve siyaset üzerinden mal biriktirmeye, rant elde etmeye,  kadrolaşmaya, bloklaşıp gerek Müslümanlar arası ve gerekse de toplumun tümünü olumsuz anlamıyla bir ikiliğe düşürmeden adalet ilkesini ihlal edeceği ´doğru´ savıyla üst sınıflar oluşturmaya vs.  yeltenmeyen yetkin kişi ve işin ehli insanların yapacağı, yapabileceği şeylerdi bunlar...
 
Onunda zemini şimdilik yoktu doğal olarak...

Uyarı! Yapmış olduğunuz yorumlar incelendikten sonra onaylanacaktır onaylandıktan sonra gözükecektir


Resimlere Tıklayarak Kitap Satın Alabilirsiniz

YAZARLAR