Reklam Görüntülerine Tıklayarak Kitap Siparişi Verebilirsiniz


Sait ALİOĞLU


Emperyalist Paylaşıma ?Yeniden? Kapı Aralamak?

Biz en iyisi mi, kaybettiğimiz hikmeti orada bulacak olsak bile, kendi binamızı kendi materyallerimizi ?yerinde´ kullanarak yükseltebilirdik. Zira iki ayrı dünyaya sahiptik?


-Bir Giriş Denemesi-

Osmanlının tarih sahnesinden çekilişinin akabinde, Sykes Picot antlaşması ile dönemin emperyalist güçleri arasında paylaşılan ve adına Ortadoğu denilen bölgemizin, sabit kalan ve değişen ?esaslı? aktörleri ile birlikte, bölgede varlığı bilinen ulusların, halkların, mezheplerin ve birçok toplumsal yapının, yapılan bu antlaşma çerçevesini aşmama kuralına uygunluk içerisinde ve bölgede bulunan yer altı kaynaklarının ?yine´ eskiden olduğu gibi, sabit/kalıcı ve değişken küresel güçler arasında, belli oranlarda paylaşımı esasına dayanan yeni bir Sykes Picot antlaşmasının arefesinde, tekrardan paylaşılmak istendiği kendini hissettirmektedir.

Bununla birlikte, yine Sykes Picot anlaşmasının ruhuna bağlı kalınarak, bölgenin kaderini belirleyecek oranda zaman zaman, birçok, sonuçta dış bağlantılı bölgesel ?yönetim´ formunun deklare edildiğine şahitlik etmişizdir. Her ne kadar Türk ulus mantalitesinin adeta motor gücü olan ve potansiyel olarak da bünyesinde bir ?tekliği ve bölünme potansiyelini´ barındıran ?yurtta sulh, dünyada sulh´ ilkesi ile birlikte ele aldığımızda, güneyimizde bulunan ülkeleri sürekli bir tehlike merkezleri olarak görme eğilimini de müşahede etmekten ziyade, hissiyat planında yattığını da görmekteydik.

Sonuçta, her ne kadar kurucu bir felsefenin ve kurucu bir kadronun varolduğuna inandırıldığımız halde, bu felsefenin içeriğinin bölünme paranoyasını barındırdığını ve kurucu kadronun da, emperyalist duyguların neş´et ettiği batı mantalitesini benimsemiş insanlar tarafından oluşturulduğuna bakıldığında, kendi topraklarımızda, İslâmî döneme ait büyük anlatıların gölgesinde, kendine ait bir değeri elinden alınan, hatta değerleri boşa çıkarılan bir millet(Türk, Kürt vs.) olarak, adeta yeni bir Sykes Picot sendromunu ve Lozan Antlaşması gibi bir anlaşma çerçevesinde kalmaya mahkûm edildiğimiz süreçlerden yol almaya çalıştık.

Yakın tarihin Sykes Picot´ un mantalitesinin bir ürünü olması?

Osmanlının çöküşü sonrasında, batıcı kadroya bir armağan olarak verilen, kurulu bulunan yeni devleti yönetme görevinin, doğal olarak getirmiş olduğu sıkıntılar, menşe olarak aynı merkeze, mantaliteye ve forma rağmen, tabiri caizse, sahada, büyük oranda büyük anlatı olarak değerlendirdiğimiz İslâm´ın her yönü ile toplumsal hayattan dışlanmasına yönelik Kemalist ?İttihatçı? çabaların ve gayretkeşliklerin sonucu çeşitli olaylara meydan vermesi ve akabinde patlamalara dönüşmesi hadisesi, yine, bu kez de olmak üzere, batının devreye girmesi söz konusu oluyordu.

Yukarıdaki çerçeveye bağlı olarak, ulus devletin ve laiklik uygulamalarının yanında, batının geldiği nokta açından düşünüldüğünde olmazsa olmaz hükmünden bulunan demokratik bir hayatın ?bilerek ve kasten? tesis edilmemesi, bir açıdan Kemalistlerin suçu olmakla birlikte, kurulu bulunan bu ulus devletten alması gerektiği şeyleri, başka türlü de alma imkânı olan batılı emperyalist güçlerin esas niyetinin sergilenmesinde bir mihenk taşı olarak görülmesini elzem kılmaktaydı. 

Kim ne derse desin ve o dönem orduda hangi ideolojik etki baskın bulunursa bulunsun, oluşturulan askeri cuntalar tarafından yapılan darbelerin ?onay gördüğü´ batının, bu darbelerin yapılmasına gerekçe kılınan siyasi, toplumsal, iktisadi durumların, her şeyden ziyade, ?sulh bazında? da kalsa, batının külli olarak bölgesel çıkarların ilelebet devamına yönelikti.

Kısacası bu antlaşma ülke bazında bir sulha, yani göz boyama kabilinden bir barışa, bölge bazında ise, bölge ülkelerinde elde edilen kaynakların sürekli olarak batıya aktarılmasını, bununla birlikte, ?kaynakların hatırına? haritada yeni yeni değişiklikler yapılmasını, merkez açısından elzem gören bir seyir çizgisine sahipti.

Yine bu antlaşma onlara göre, sürekli olarak revize edilmeyi ve güncellenmeyi gerektirirken, bölgesel halklar bazında, adeta sunulana razı olma mantığını, yönetenler ve revize durumlardan ?çift taraflı´ olarak yararlanmayı arzulayan ideolojik yapılar içinse, nitelik olarak pörsümüş bir nimeti ve uşaklığı ortaya koyuyordu.  

Bu pörsümüş nimet ve yöneticilerinin neredeyse ontolojik aymazlığı sonucu, gelinen süreçte, bölge açısından yeniden kesilip biçilme hadiseleri, bölge ülkelerini öteden beri meşgul eden(!) kavmi ve mezhebi baskıların tetkikinde kendine bulmaktadır. Ör. PKK´nin ve DEAŞ´ın, genele göre bir düşmanlık üzerinde savaşmaları, bize göre ise, aynı merkezden yönetilen danışıklı bir savaşı bu şekilde okumalıydık.

Zaten, DEAŞ Irak coğrafyasında sahaya çıktığı kısa bir süre içerisinde, stratejik ve taktik planlarının, adına ?küresel cihad? denilen ve ne yazık ki, ?Selefi´ formu benimsemeye çalışan birçok, mağdur toplumsal kesimlerden gelen, ama uyanık olmaması için baştan beri refüze edile gelen savaşçı Müslümanların, fevc fevc bu örgüte katılmaları ile başlayan süreç bizlere, sürekli yeni projeleri ve bu projelere kurban giden kitleleri, nesilleri ve heba olan umutları göstermektedir.

Yeni bir dil ve yeni bir söylem üzerine kurulu bulunan ve başta Türkiye olmak üzere bölgenin tüm ülkeleri, kendilerine özgü bazı durumların nüksetmesine ve kendilerine sunulan nimetleri(!) kendi bileklerinin gücüyle kazandığı zehabına kapılması gibi durumları, meselenin künhüne vakıf olmak için bir an olsun istisna kıldığımızda, batı merkezlerinde planlanan ve yürürlüğe konulduğunda, selameti açısından yürütülmesi için varlığımıza gerek duyulması(!) gözlerimizi yaşartsa bile, aldığımız risk ve sırtlandığımız yük açısından bakıldığında, bizleri, ötekileştirilen kendimize düşman kılmakta ve sürekli bizleri uğraştırmaktadır.

Ki bu durum sadece, bir ülke ve toplum için olmayıp tümümüze yönelik olarak planlanmaktadır. Hatırlayalım; Oğul Bush´un yıllar önce dikte ve deklare ettiği ve Türkiye´nin de icra ortağı olarak başa alındığı BOP hadisesinde olduğu gibi, yine finans meselesini, George Soros´un başkanı bulunduğu Açık Toplum Vakfı´nca karşılandığı bilinen ve Rusya´nın bölgesel gücünün kırılmasına yönelik olarak Baltıklarda, Ukrayna´da ve Kafkasya´da yapılan kadife darbeler, hep küresel güçlerin tahkimatı için bir talimat karşılığında yapılmaktaydı.

Arap baharı süreci?

Bin beşyüz´lü yılardan bu yana Osmanlı hinterlandı içerisinde bulunan ve büyük çoğunluğu da Kuzey Afrika´da konuşlanan Arap ülkeleri ile yine Arap ülkesi sayılan Suriye gibi ülkelerde, Birinci Dünya Savaşı´nın, Osmanlı bakiyesi ülkeler olmak üzere, dünya üzerinde oluşan ?yeni´ sömürgelerin büyük bölümünde birincisinin bir rövanşı sayılabilecek donelere sahip İkinci Dünya Savaşı sonrasında başlayan bağımsızlık ve özgürlük hareketlerine bakıldığında; bu hareketlerin izafi olarak bir doğruluk içerdiği, ama bu kez küresel güçlerin kendi aralarında vardıkları antlaşma neticesinde, bu ülkelerin çoğunda sosyalist düşünceye ayarlı yönetimler oluşturulmuştu.

Bu sosyalist yönetimlerde, sosyalizm, öteden beri onun adına iddia edilen salt bir eşitlikten ziyade, orada yönetimin başında bulunan, temelde onlar açısından karşıtlığı ile birlikte, dindar görünmeye çalışan yeni sultanların, sadece kendi mensubu bulunduğu kabilelerinin her türlü konfor içerisinde yaşadığı sistemin adı idi?

Bunun örneklerini Libya´da, Cezayir´de ve Suriye´de görmekte idik!

Bu saydığımız ülkelerde, yönetimler, temelde kadim ?doğu´ despotluğuna sahip olmalarına rağmen, o da süreçle geliştiği ve değiştiği gözlemlenen Batıcı paradigmalara ?sözde´ bağlı olmakla birlikte, ülkelerini ve toplumlarını, o trende uygun bir şekilde yönetmediler. Kendilerine doğulu bir anlayışı seçtiler. Buna rağmen, batıda bu konuda onlara hiçbir şey söylemdi, aksine bu durumdan azami oranda faydalandılar. Bununla birlikte, onlar, zaman zaman insani kriterleri ileri sürseler de o toprakların yer altı ve yer üstü kaynaklarını kendi gelişmişlikleri ve devamı için sömürüp kullandılar. Petrolü üreten doğulu/Arap toplumu idi, ama uluslararası petrol politikalarını, çoğu kez de göstermelik olarak Suudi Arabistan gibi ülkelerle ?birlikte´ yönetir göründüler.

Bunlarla birlikte, bu toplumlar nezdinde, on yıllardır içten içe gelişen hoşnutsuzluklar, bir gün patlayıverecekti. Aslında bunu hemen herkes de biliyordu, ama tedbir alması, bu işi, o mazlumlar adına sonuçlandırmaları gerekenlerin yapması gerekenlerden olmamasına rağmen, hiç kimse istifini bozmuyordu, eskiden de olduğu üzere?

Bunlar şöyle düşünüyorlardı; sonuçta; o ülkelerde bir ?istikrar´ var, yönetiliyorlardı da, üstelik oradaki yöneticiler, kapitalist bloğa ?resmen´ bağlı görünmeseler de nihayetinde batıcı idiler. Önemli olan paradigmal açıdan batıcılığın hüküm sürmesiydi. Ki, birde buna bağlı olarak, o yöneticiler genel anlamda batı için artık sorun olmaya başlarlarsa bir şeyler yapılabilirdi. Geri, hatırlayalım; Libya´nın eski lideri/diktatörü Albay Muammer Kaddafi´nin Lockerbie faciasında suçlanması, bir Erdoğan´ın barı tarafından eleştirildiği kadar bir anlam ifade etmiş miydi? Keza, sekizinci yılına girecek olan Suriye hadisesinde, Batı tarafından Esed´e yönelik ciddi bir söylem ve yaptırım olayı söz konusu ediliyor mu? Sadece, papaganvari ?Esed´in Suriye´nin geleceğinde yeri olmayacak!? sözü, ileride gerçeklik kazanacak olsa bile, İslam dünyasının ve Suriye´nin bugününe olumlu bir katkı sunacak mıydı ki?

Belki, ama kim öle, kim kala?

Bunlarla birlikte, büyük oranda Arap toplumlarında epey zamandır içten içe gelişen hoşnutsuzluk hallerinin elbet bir gün patlak vereceği belirginleşiyordu. Buna birde, bu belirginleşme emaresi açısından bakıldığında, sal kendi çıkarlarını koruma altına alma adına batılı devletlerin, bu sürece katkın sunacakları da bilinmeliydi?

En başta, aynı dini düşünce ve yaşayışa bağlı, etnisite açısından da nüfusun tümünün Arap olduğu Tunus´ta isyan ateşinin kıvılcımları görüldüğünde, muhatapları açısından ufukta pek bir sorun görünmüyordu. Onlara göre, diktatör Zeynel Abidin bin Ali gider, yerine, halktan yana görünen birisi gelirdi, ya da göstermelik de olsa, batı benzeri bir seçimle süreç atlatılırdı.

Sonuçta Tunus gerek İslamcı kanadın gerekse de laik kanadın ?aralarında birçok fark olsa da- sağlıklı zeminlerde buluşup ortak bir irade koyması, batıyı da ?şimdilik kaydıyla- sessiz kalmaya mecbur bırakmıştı. Bununla birlikte, yine dini, mezhebi ve etnik açıdan Tunus´a benzer pozisyonlara sahip bulunan Libya´da ise, diktatör ?kaçmamış´ ve mücadeleye devam ediyordu(!)

Burada, Tunus´tan farklı olarak hem batıyı bilen ve hem de Müslüman olup çağdaş açılımlara açık bir toplumdan ziyade, büyük oranda çöl kültürüne sahip ve bedevi kökenden gelen bir toplum olgusu vardı. Kaddafi´nin de sosyalizmini, bilimsel bilgiye uzaklıklarından dolayı anlayamamış, ama onunla aynı kabileye mensup oluşlarından ötürü hazırcı bir konumda bulunan çevresinin, değişime karşı duracaklarını hesaba kattığımızda, devrik çehre, Arap baharı ile gönenmesi gereken kitleye karşı devrim kırıcılığına soyunmuşlardı. Buna bağlı olarak Libya´nın ikiye bölünmesi ve Hafter gibi emekli bir ordu mensubunun, yine kendi kabile çıkarlarıyla batının çıkarlarını tevlit etme çabası sürecin, toplumun zararına olacak oranda gerilemesini getiriyordu. Ki Mısır´da durum, o ülkenin kendine özgü durumlarından ötürü, sonuçta benzer, ama az da olsa belli başlı farklılıklar içeriyordu. 

Bunun Suriye´de karşılığı ise, bu Kuzey Afrika ülkelerine nazaran daha karmaşık ve daha komplike idi. Sekizinci yılına giren savaşın seyrine bakıldığında, durum daha da net görünürdü. Yani gri bir manzara vardı.

Suriye´deki meselenin ´sözde´ çözümü için bir tarafta, Türkiye, Rusya ve İran´ın besbelli faydasız olduğu bilinen Soçi görüşmelerine devam ediliyor; diğer yanda, yine -güya çözüm için diyelim- Lazikiye bölgesişnde (Humeymin) Rusya askeri üsten, İdlip gibi, Suriye muhalefetinin bulunduğu bölgelere havadan ölüm yağdırırken, bir yandan da Amerika, PKK/PYD üzerinden, bölge petrollerini Akdeniz üzerinden kendi adına dışarı açmaya çalışmakta ve gerektiği halde, o da bölgede ölüm kusmaktadır.

...Ve pardon, yanlış oldu utanmazlığı içerisinde.

Gel de çık işin içerisinden...

Bir kıyaslama?

Yukarıda da belirtmeye çalıştığımız üzere, George Soros´un finanse ettiği bilinen kadife devrimler çerçevesinde, o devrim sürecine giren ülkeler içerisinde en çok sıkıntı çeken ve en çok da batıdan ?yine şimdilik- istediğini alamayan Ukrayna´nın doğusunun ve Kırım´ım Rusya tarafından işgal edilmesi karşısında cidden bir ses çıkaramayan, ama Rusya´yı hep birtakım yaptırımlarla zorlamaya çalışacağı imajı veren Batının ve AB´nin sessizliği, Arap baharını kışa, kara kışa çeviren yerel diktatörlerin ve onların bölgesel partnerlerinin sessizliği, hatta, müdahaleci durumu karşında farklılık arz etmektedir.

Ukrayna´nın yüzü ister Rusya´ya ister batıya dönük olsun, sonuçta batı kulübü içerisinde olduğundan dolayı, pek bir farklılığa meydan vermeyecekti. Ama Suriye gibi, yönetimleri açısından ?batıcı´ olsa da sonuçta sömürgecilik kültüründen gelen çağdaş batının, bundan yüz yıl önce planlayıp ortaya koyduğu Sykes Picot Antlaşması´nı tekrardan dillendirmesi, Müslüman doğunun onların nezdinde batıcılığı, çağdaşlığı, yönetimleri olarak batıcı paradigmaları sürdürüyor olmalarının hiç önemi yoktu.

Değişen dünya şartlarında, daralan maddi imkânların, batının kapitalist-liberal sisteminin bekası adına, yine Müslüman doğudan tedarik edilme düşüncesi ivme kazandığından ötürü, her türlü bahanenin üretilmesi, hatta bahane üretmek için çabalamasına bakıldığında, onların çabasının yanında, maalesef bizimde onlara bahane kabilinden doneler sunma bedbahtlığımız devam ettiği sürece, batı emperyalist paylaşıma bir adım daha yaklaşmaktadır. Onu bu çabasından alı koymak için, onun ürettiği Oryantalizme karşı, Oksidentalizm türü bir okuma biçimi oluşturacak olsaydık dahi, bu okuma biçiminin de ?yine´ batılı paradigmalar çerçevesinde oluşturulacak olması, onlara yarayacaktı?

Biz en iyisi mi, kaybettiğimiz hikmeti orada bulacak olsak bile, kendi binamızı kendi materyallerimizi ?yerinde´ kullanarak yükseltebilirdik. Zira iki ayrı dünyaya sahiptik?

Uyarı! Yapmış olduğunuz yorumlar incelendikten sonra onaylanacaktır onaylandıktan sonra gözükecektir


Resimlere Tıklayarak Kitap Satın Alabilirsiniz

YAZARLAR