Reklam Görüntülerine Tıklayarak Kitap Siparişi Verebilirsiniz


Nevzat KAYA


Bir Devrin Şahitliği: RAMAZAN KAYAN

"Bir insanın dava adamı olması için ölümle dost olması gerekiyor. Ölümle dost olmayanlar, ölümü hep ertelemek isteyenler gerçek bir dava adamı olamazlar"


"...Onlar filizini çıkarmış, onu kuvvetlendirmiş, kalınlaşmış, gövdesi üzerine dikilmiş, ziraatçıların hoşuna giden bir ekin gibidirler..."(48:29)

 

Ve biz sadece tercihlerden bir tercih yaparız. Gerisi ilahi iradenin bir yerden alıp bir yere götürmesinden başka bir şey değildir. Kadere iman edenlerin hiçte anlamakta zorlanmadıkları gerçek işte budur. 

 

Otlakların, çayırların, rengarenk ormanların, gürül gürül akan suların bile bir ömrü vardır. Nihayet ecel geldiğinde yeşiller korosu kupkuru odunlara, ıslak sular yerini taş kayalara bırakırlar. Sonrada hayat durur. Ne zaman ki "zamanın sahibi" irade buyurur, o zaman yeryüzü tekrar yalvarır Rabbine. 

 

Hem kendisi diri hem de her şeyi dirilten ve ayakta tutan Hayyü´l-Kayyûm´dan bir hayat isterler. Derken göklerden bir rahmet iner yeryüzünüze. Toprak ana kabarır, türlü türlü çiçekler, böcekler fışkırtır yeraltından yeryüzüne. Can gelir, hayata başlar Hayat! Ta ki Rabbinin emri gelene kadar böylece gider.

 

İşte şu alemi İslam´ın beldelerinin tek tek çorak çöllere dönüştüğü bir devranda, tercihini ilahi iradenin teveccühüne armağan edenler filizlenip boylaşır, kuvvetlenip kalınlaşır, sonrada gövdesi üzerine dikilip göğe doğru adeta Rabbine uzanan Rabbaniler olurlar...! 

 

Üstadın dediği gibi; "öz yurdunda garip öz vatanında parya" olmuş, Anadolu´nun saf, masum çocuklarından bir çocuktur Ramazan Kayan. 

 

1956 yılında demiryolu işçisi bir babanın evladı olarak Malatya´da dünyaya gözlerini açar. Ailesi ilim ehli değildir lakin saf, samimi bir Anadolu ailesidir. Bu yüzden Rabbi, bu samimiyetin verdiği bereketle onun kalbini ilme meylettirmiştir. 

 

Batılılaşmayla beraber çoraklaşmaya başladığımız ve nihayetinde nesillerin köksüzleştirildiği, değersizleştirildiği bir süreçte, tüm hesapların üzerinde bir hesabın olduğunu hesap etmeyenlerin, Allah´ın dinini bile kontrol altına alalım düşüncesiyle hareket ettikleri bir zamanda, imam-hatipler hiçte hesap etmedikleri bir şekilde öze dönüşün kapısı olmuşlardı. 

 

Kendi ifadesiyle; "Babalarımız ilim sahibi değillerdi. Lakin samimiyetlerinden dolayı Allah´ın bir lütfu olarak basiret sahibiydiler" diyen Ramazan Kayan, o basiretin gösterdiği nurla imam-hatibe kaydedilmiştir. 

 

Babası, şimdiki şuurlu İslami ailelerde bile olmayan bir gayeyle ona;

- Ey Ramazan, seni imam olasın diye değil, Kur´an öğrenesin ve bu evde "Yasin" okuyasın diye gönderiyorum, diyordu. 

 

Çünkü o zamanlar uhrevi bir yatırımı önceleyen bir bakış vardı. Yine kendi ifadesiyle "hasbiliğin, kalbiliğin ve harbiliğin olduğu, hesabiliğin ve dünyeviliğin olmadığı bir gönül vardı" der o koca yüreklerde. 

 

Derken Ramazan Kayan, ezber gücü çok yüksek olan çalışkan bir öğrenci olmuştur. Özellikle sözel ile ilgili konular ve derslerde sıra dışı bir azmi vardır. Öğretmenleri onun bu özelliğini fark etmiş olacaklar ki, ezber ile ilgili her işi ona veriyorlardı. Hatta tiyatro, edebiyat, piyes gibi ezberciliğin yüksek olduğu alanlarda işler ona verilir ve birtakım aktivitelerde önemli görevler üstlenirdi. 

 

Ramazan Kayan, başarılarla dolu bir lise hayatından sonra daha üniversiteye kaydolmadan imam olmuştur. Artık nam-ı diyar Ramazan Hoca olmuştur. 

 

İlk ataması Malatya´nın Pütürge ilçesinin Kayadere köyüne yapılmıştı. Gittiği bu köyde yol yok, elektrik yok ve belki de Malatya´nın en mahrum köyüydü. Zaten oraya atanan ilk imam da kendisi idi. Çok geçmeden köyde çocuklara Kur´an öğretmeye başlıyor ve kısa zamanda camiyi köyün çocuklarıyla dolduruyordu.

 

Bir gün Kur´an´a geçen bir öğrencisinin babası, hocaya vermek için bir keçi getiriyor. Meğer o köyde Kur´an´a yeni geçmiş kişiler için, öğretenlere bir keçi verilmesi adettenmiş. 

 

Hoca orada bir İslam davetçisinin vakarıyla; "Ben buraya çobanlık yapmaya gelmedim. Cenab-ı Allah´ın bana ikram ettiği ilmi öğretmeye geldim. Siz çocuklarınızı bana göndermekle en büyük hediyeyi verdiniz" diyerek sadece Allah´ın lütfuna talip olduğunun idrakiyle adeta bizlere ders veriyordu. 

 

Şayet o, bunun dünyalık karşılığını isteseydi belki de zamanla büyük bir sürüye sahip olacaktı. Lakin onun sadece bir derdi vardı o da insanları Rabbinin yoluna çağırmaktı. 

 

Ramazan Hoca, henüz bu camide görev yapıyorken karlı bir kış gününde babası vefat ediyor. Görev yaptığı yerin iletişim kaynaklarından yoksun olması sebebiyle bu ölüm haberini tam dört gün sonra üniversiteye kayıt yapmak için gittiği şehirde öğreniyor...!

 

"Bir insanın dava adamı olması için ölümle dost olması gerekiyor. Ölümle dost olmayanlar, ölümü hep ertelemek isteyenler gerçek bir dava adamı olamazlar" diyen Ramazan Hoca, artık teslim olmuşluğun ve razı olmuşluğun huzuru içerisinde 78´li yılların kavgaları arasında, Zaviye Mahallesi Camisinde görevine devam ediyor. Bu arada imam-hatiplik görevinin yanında 1982 yılında mezun olacağı İnönü Üniversitesi İktisadi ve Ticari İlimler Akademisi´ne de devam ediyordu. 

 

Zaviye Mahallesi Camisinde görevine devam ediyorken, hutbe ve vaazlarından rahatsız olanlardan dolayı Paşaköşkü Camisine tayin ediliyor. Görev yaptığı bu yerin marjinal sol ideolojinin merkezi olması hasebiyle sıkıntılı günler içerisindeydi. Nitekim bir gece yatsı namazı çıkışı cemaatin üzerine ateş ediliyor ve bu saldırıda cemaatinden bir kişi şehit oluyordu. 

 

Bu olaydan sonra Tekmezar Camisine tayin oldu. Burada da görevine devam ediyordu ki, 12 Eylül Askeri darbesi oldu. Fikrin hapis, düşüncenin tutsak olduğu bir dönemde büyük baskılar her tarafı sarmıştı. Böyle bir hengamede artık sıra askerliğe gelmişti. Askerliğini Bolu Askerlik Şubesi´nde Yedek Subay olarak yapan Ramazan Hoca, en yoğun okumalarını da bu dönemde yapmıştı. 

 

Şu Allah´ın hikmetine bakın ki baskının ve yasakçılığın kol gezdiği bir dönemde, bu baskı ve yasağın merkezi konumunda olan bir kurumda fikirsel derinliğini inşa edecek okumalar yapıyordu. Elbette bu "istediğini istediği yerde yapmaya muktedir" olan El-Kadir´in iradesinden başka bir şey değildi. Hem o değil midir ki Musa´yı (as), Firavun´un sarayında rızıklandıran Er-Rezzak! Evet, kim imkan ararsa Allah için hiçbir imkansızlık yoktur! 

 

Yaş 32 olmuştu. Gençlik hareketlerinin içinde yoğun bir tempodan dolayı evlilik düşüncesine ancak bu yaşta sıra gelmişti. Gerçi o "evlenirsem evcilleşir miyim" düşüncesindeyken, Annesi; "Allah´ım, Ramazan´ın evliliğini görmeden canımı alma" diye dua ediyordu. O da annesini üzmemek için o yoğunluğun içinde evlenmeye karar veriyordu.

 

Evlilik onun davet temposunu düşürmedi. Bilakis davete ve adanmışlığa olan bağını daha da güçlendirmişti. Herkes dünyevi ticaretlere atılırken O, Allah´ın ticari teklifine koşmuştu. "Bir kişinin hidayetine vesile olmak, üzerine güneşin doğduğu her şeyden hayırlıdır" gerçeği onun ticari düşüncesini Allah´a yöneltiyordu...!

 

O, bütün alimlerin ve cemaatlerin açılarından faydalanmış, böylece geniş bir ufka sahip olmuştu. Etrafına duvar ören, yalnızlaşan, bakışı dar bir düşünceyi asla yeğlemedi. Bir keresinde risalelerle meşgul olan biri; "Siz Bediüzzaman külliyatını okudunuz mu" sorusunu yöneltince O; "Bediüzzaman külliyatı en iyi cezaevinde okunur" deyip, Üstat Said Nursi´nin nasıl bir ruhla cezaevlerinde yazdığını, yine o ruhla cezaevinde okuduğunu söylüyordu. 

 

Derken davet metodu çeşitleniyordu. Sözün ve sohbetin üzerine şekillenmiş doğu kültürünün yanında, yazı üzerine şekillenen batı perspektifini de kullanmak gerekiyordu. Doğru ya! "İlmin afeti yazmamaktı" değil mi? 

 

Böylece hoca, ilk yazısını 40 yaşında Değişim Dergisi´nde yayımlamaya başladı. Kimileri soru sormak için, kimileri de cevap vermek için yazardı. O ise, şüpheleri gidermek ve cevap vermek için yazdığını ifade ediyordu. Yine o, insanlara bir şey vermeyecekse yazı yazmanın, kitap neşretmenin insanların zamanlarından çalmak olduğunu, bunun ise israf olup, bir kul hakkı olduğunu söylüyordu. Doğru ya "asla kelime israfı yapmamalıydı" insan! 

 

Derken zaman kapkaranlık bir ana gelmişti artık. Elbette zamana hükmeden Allah´ın, sıkıp-daraltması, açıp-ferahlandırması içindi. Kabz´ın hali Bast´ın tecellisi içindir. Hem El-Kabid tek başına telaffuz edilemezdi zaten. Bilakis telaffuzun tamamlanması için El-Basit´in eklenerek zikredilmesi gerekiyordu. O halde kulunu yüceltmek ve kendine yükseltmek için Rabbin sıkmalarına/daraltmalarına sabretmekten başka çare yoktu. 

 

Şubat soğukları esiyordu yurdun her tarafında. Batılın, bırakın hakkın sesine görüntüsüne bile tahammülü yoktu. Elbette Batıl, büyük oyunlar ve bu oyunlarını sahneleyecek geniş kritikler yapmıştı. Müslümanların sesini kısmak, hareket edemeyecek felçli bir hale getirmek için kirli senaryolarını oynuyorlardı. Bunun için pilot bir yer seçilmeliydi ama neresi? 

 

Elbette bu yer; halkının muhalif olması, sistem eleştirisi noktasında bilinçli Müslümanların yoğun olduğu Malatya olacaktı. Yani onlar için aktif bir aktördü Malatya. Doğru ya; sosyal, kültürel, fikirsel alanlarda Malatya hep önemli ve önde olmuştur. 

 

Ve Malatya´nın üzerinden tüm Türkiye´de psikolojik bir savaş veriyorlardı. Tüm Türkiye´de başörtüsü olaylarında gözaltına alınanlar sadece bir karakol ifadesiyle sonuçlanırken, Malatya´da kenarda duranlar bile idamla yargılandı. Dedim ya; Malatya, tüm Türkiye´ye izletilen açık bir sinema idi. 

 

Aslında küfür nasıl tek bir milletse zihniyeti de birdi. Tıpkı Hafız Esad´ın, Hama üzerinden Suriye´ye; Saddam´ın, Halepçe üzerinden Kürtlere; Amerika´nın, Felluce üzerinden Irak´a ve Sırpların, Serebranitsa üzerinden tüm Bosna Müslümanlarını sindirmek istemesi gibi, 28 Şubat zihniyeti ise Malatya üzerinden tüm Türkiye´yi dizayn etmek istiyordu.

 

Artık sıra Medrese-i Yusufiye´ye gelmişti. Malatya´da binlerce kişi gözaltına alınmış, birçok tutuklama yapılmış, idamla yargılananların sayısı ise hayli yüksekti. İnsanlık dışı işkencelerin yapıldığı bu karanlık zindanlarda ağır bir bedel ödüyordu Malatya Müslümanları!

 

Bu süreçte Ramazan Hoca ve arkadaşları için cezaevi yılları hayatının en önemli anlarının yaşandığı dönemlerdi. Kendi ifadesiyle; "başörtülü kızlar ağır bir bedel öderken benim cezaevinde olmamam, hayatım boyunca bana bir acı olarak kalırdı" ifadesi, ilahi kadere teslimiyetin bir ifadesini ortaya koymuyor muydu? 

 

Hukuk ise sadece hukuk uygulayıcılarının ideolojik tercihlerinden başka bir şey değildi. Gerçi ideolojik gayelerle işletilen hukuk Ramazan Hoca ve arkadaşlarının umurlarında bile değildi. Onlar hep; "Umulur ki hoşlanmadığınız bir şey sizin için hayırlı, sevdiğiniz bir şeyde de sizin için şer olabilir. Siz bilmezsiniz lakin Allah bilir"(2:216) ayetini düşünüyorlardı. Bu sebeple ye´se gerek olmadığını, Allah´ın takdirinin her şeyin üzerinde olduğu idrakiyle kendilerini Allah´a teslim etmişlerdi. 

 

Gerçekten de kitap okuma, Arapçada derinleşme ve dil konusunda, cezaevi çok güzel bir ortam ve fırsat olup adeta bir medrese olmuştu. Nitekim bir arkadaşı ona; "Hocam korkarım ki bu keyif ve saltanat bize kalmaz" diyerek bu gerçekliği ifade ediyordu.

 

Kendi kendine düşünüyordu. "Yarabbi, insan zindanda nasıl mutlu ve huzurlu olabilir ki" diye. Evet, Allah´ın gösterdiği yolda yürüyenlerin üzerinde asla bir korku ve üzüntü olamazdı. Bu Allah´ın kitapta has kullarına vaad ettiği bir söz idi. Yine O; "Yarabbi, sana şükürler olsun ki bu suçla suçlanarak buraya girdim" diye arzı endam ederek, şerefli bir duruşun şükür tesbihlerini çekiyordu.

 

15 ay cezaevinden sonra ilahi takdir ona İstanbul´u gösteriyordu. Vakit hicret vaktiydi. Çünkü cezaevinden sonra bile Malatya´da kendisine nefes aldırılmıyordu. İstihbarat adım adım peşindeydi. Artık Malatya´da İslami sorumlulukları ve çalışmaları yapacak bir zemin kalmamıştı. Oysa hicret bir genişlik ve ferahlıktı. Ve kendi ifadesiyle; "İstanbul´a gidince arzın ne kadar da geniş olduğunu fark ettim" diyerek, böylece hicretin her zaman bir rahmet olduğunu itiraf ediyordu. Artık İstanbul ile beraber çok geniş ufuklara ve açılımlara yönelme vakti gelmişti...!

 

Her kesim görüş ve hareket temsilcilerinin bir araya gelerek oluşturdukları "Namaz Platformu"nun kurucu üyelerinden olan Ramazan Hoca, bu çalışma ile harekete kaldığı yerden yürümeye devam etmiştir. Durmak asla olmamalıydı. Durduğun an bitersin. O halde hareket adamlarının durma, dinlenme lüksü olamazdı. 

 

Nitekim bu çalışmayla Türkiye´de 81 ilin tamamında ve binden fazla merkezde namaz anlatılıyordu. Ayrıca 17 ülkede de namaz programı yapılmıştı. Ramazan Hoca, arkadaşlarıyla bir diyardan bir diyara durmadan seyahat ediyordu. Şimdiye kadar sadece camilerde anlatılan namaz, bu çalışmayla artık her yerde anlatılıyordu. 

 

Elbette bu sadece basit bir anlatım değildi. 28 Şubat süreci olanca baskısıyla devam ediyordu. Kendi ifadesiyle; "Biz namazı topluma aşılamak isterken, namaz bizi bir araya getirdi" diyen Ramazan Hoca, böylece 28 Şubat´ın Müslümanları ayrıştırıcı ayartmalarına karşın, namaz üzerinden birlikte hareket etmenin, bir araya gelmenin rahmetini de görmüş oluyorlardı. 

 

Sene 2005 yıllarına gelmişti. Anadolu´yu karış karış dolaşmanın verdiği tecrübe ve olgunluğuyla büyük hizmetler inşa etmek adına sıra "Anadolu Eğitim ve Davet Gönüllüleri Platformu"nu kurmaya gelmişti. Dava arkadaşlarıyla uzun istişarelerden sonra 60´a yakın ilde davet hizmeti yapan dernek, vakıf gibi sivil toplum kuruluşlarının bir araya gelmesiyle platform kurulmuş oldu. Geçen süreç içerisinde çok verimli ve git gide gelişen bir perspektif inşa edildi. Şimdi ise Türkiye´nin her ilinde ve birçok ilçesinde önemli çalışmalara imza atan platform, eğitimden-kültüre, yardımlaşmadan-dayanışmaya ve önemli sosyal çalışmalara imza atmış, adeta aydınlık geleceğimizi inşa eden bir meşale olmuştur. 

 

Ömür ibresi 31 Mayıs 2010´a gelmişti. Mavi Marmara, Gazze´deki kardeşlerine ulaşmak, ağır ambargoyu delmek ve zulmü dünyanın gündemine koymak için şehadete yelken açıyordu. 800 kadar özgürlük yolcusu olan bu geminin içinde elbette Ramazan Hoca da vardı. Gerçi o, önceden bu geminin ne olduğuna dair, ne anlam taşıdığına dair bir değerlendirme yapmamıştı. Söz konusu zulmü telin ise gerisi teferruattır düşüncesi, onu şehadet gemisinin içine atmıştı. Bindikten sonra ve başlarına gelen o elim hadiseden sonra, aslında bu geminin ne büyük anlamlar yüklendiğini anlamıştı. Meğer bu bir insanlık gemisiydi. İçinde papaz ve hahamların da olduğu bir çağdaş "hılfılfudul"muş. Artık anlamıştır ki, sadece Ebu Cehiller kıtalar dolaşmıyor, aynı zamanda Ebu Talipler de kıtalar dolaşıyormuş. Üstelik bu sadece bir yardım gemisi de değildi. Aynı zamanda birçok direnişin ve uyanışın sembolü de olmuştu. İsrailli askerlerin gemiye baskınıyla hiçbir korku örneğinin olmadığını ifade eden Ramazan Hoca, adeta kalplerimize bir güven ve sukunet indirildi diyordu. 

 

Ramazan Kayan Hoca, halkın bağrından çıkmış bir davet ve dava adamı olarak, asla kardeşliğin edebiyatını ve hamasetini yapmadı. Bilakis kardeşliğin; hukukunu, ahlakını ve fıkhını oluşturdu. Ne ılımlaşmaya ne de radikalleşmeye giden yolları tercih etmedi. Bilakis vasat bir yol inşa etmenin gayretini verdi. 80´li ve 90´lı yılların özeleştirisini yaparken "kavramlarımız isabetliydi lakin üslup hatası vardı, mesaj net olacaktı lakin sert olmayacaktı" diyerek bir tecrübenin nasıl inşa edildiğini de ortaya koyuyordu. Bunun için bunları sağlam bir temele oturtma ve yorumlama noktasında önemli gayretler ortaya koydu. 

 

O, "ÖZGÜN İRADE"siyle bir "YOL RİSALESİ" hazırlamıştı. Sonra "VAHİYLE VAROLMAK", "VAHİYLE DOĞRULMAK" ve "VAHİYLE DİRENMEK" için bir "YÜREK ÇAĞRISI" inşa etti. "NEBEVİ BİR EYLEM´in DAVET"ini yapmak için önce "TEVHİDİ VAROLUŞ"la, "KARDEŞLİK BİLİNCİ"nin şuurunu ortaya koydu. "İHLAS ÇAĞRISI"nı yaptıktan sonra "NAMAZ ÇAĞRISI" ve "İYİLİK ÇAĞRISI"nı ilan etti. Derken, ben artık "RABBİME GİDİYORUM" demişti.

 

Uyarı! Yapmış olduğunuz yorumlar incelendikten sonra onaylanacaktır onaylandıktan sonra gözükecektir


mehmet caner
2.02.2018 10:57:25
kalemine sağlık.allah razı olsun sizden.

Resimlere Tıklayarak Kitap Satın Alabilirsiniz

YAZARLAR