Reklam Görüntülerine Tıklayarak Kitap Siparişi Verebilirsiniz


Enes TARIM


Anadolu İslamı Üzerine Bir Deneme

Bektaşilik bir dinler karışımı, Anadolu halkının birikimleri ile Asya´dan Türklerin getirdiği tüm öğelerin birbiri içinde erimesi, bütünleşmesidir. Alevilik; göçerleri ile kırsalı kucaklayan yaşam biçimi iken; Bektaşilik, kentliyi, okumuşu kucaklayan tek


Selçuklular, Hazar denizi ile Aral gölü arasındaki bozkırlarda yaşayan Oğuz Türkleri´nin Kınık boyundan idi. Onuncu yüzyılda Müslüman oldular ve kısa sürede Selçuk Bey önderliğinde birleşip, Tuğrul Bey döneminde de Büyük Selçuklu Devletini kurdular.

Yeni kurulan devlet kısa zamanda, Bağdat hariç, bölgedeki tüm İslâm topraklarına hâkim oldu.  Sultan Alp Arslan vefat ettiğinde Selçuklu Türklerinin egemenliği altındaki topraklar doğuda Yaşgar´dan, batıda Ege kıyıları ve İstanbul boğazına, kuzeyde Hazar-Aral arasından, güneyde Yemen´e kadar olan bir bölgeye yayılmıştı.

1157´de Büyük Selçuklu Devleti sona ererken; Selçuklu hanedanın kurduğu devletlerden yalnızca Anadolu Selçuklu Devleti, yüz yılı aşkın bir süre daha yaşam sürdürecekti.

***

Bu dönemde Türk göçlerinin Anadolu´ya yönelişinin siyasî olduğu kadar iktisadî sebepleri de vardı. Selçuklu Sultanları, Bizans´ın gücünü zayıflatmak ve ülkede olası iç huzursuzlukları önlemek amacıyla yoğun bir şekilde Türkmen nüfusun Anadolu´ya sevkini teşvik etmişlerdi.1

Anadolu´ya göç eden Türkmenlerden az bir kesim yerleşik hayatı tercih ederken geneli, göçebeliği terk etmeyerek yaylak-kışlak hayatı devam ettiriyordu.

Türkmenlerden yerleşik hayata geçip ziraat ile meşgul olanlar "Türk" diye isimlendirilirken; Türkmen adı da Anadolu´da konar-göçerlik ile eş anlamlı olarak kullanıldı.

Bu dönem Türkistan´dan, önce İran´a, sonra Azerbaycan ve Doğu Anadolu topraklarına gelmiş olan ve sayıları 2 milyona yaklaşan Türkmenler, çok kalabalık olmaları nedeniyle yer bulma sıkıntısı çekmiş ve geldikleri Anadolu´yu, kendileri için kolayca fethedilebilecek ve daha iyi yaşama imkânları temin edilebilecek bir coğrafya olarak görmüşlerdi.2

XIII. Asırdan itibaren göçebelerle birlikte, şehirlerde yaşayan sanatkârlar, tüccarlar ve alimler de Anadolu´ya gelmişlerdi.3

Böylece Anadolu´nun Türkleşme ve İslamlaşma dönemi başladı ve bu süreç birkaç asır sürdü.

Selçuklu yönetiminin kendi ırkdaşları olan Türkmenlere kayıtsız ve ilgisiz davranması ve onları devlet hizmetlerinden uzak tutması, Türkmenleri daima muhalif ve güvenilmez bir güç kılmış; sonuçta Büyük Selçukluların İran´da, Anadolu Selçuklularının da Anadolu´da, zamanla zayıflayarak yıkılmalarına zemin hazırlamıştır.4

Büyük Selçuklular tarafından Batı boylarına zoraki sevk edilen ve bundan dolayı da yönetime karşı nefret hissi duyan Türkmenler, Anadolu Selçukları zamanında da benzer muameleye tâbî tutularak, Batı istikametinde uç bölgelere yerleştirildi. Geleneksel yapılarını koruma hususunda çok hassas davranmaları dışa kapalı sosyal bir yapının oluşmasında ve böylece de eski inanç ve geleneklerin devam ettirilmesinde önemli bir etken oldu. 5

Ağırlıklı olarak, Arap-Fars kültürünü benimseyen Selçuklu devlet yönetiminin, göçebeleri kazanmaktan çok başından savmaya çalışması Türkistan´da olduğu gibi, Anadolu´da da göçebelerin dillerini kolayca anlayabildikleri derviş ve şeyhleri kendilerine önder olarak kabul etmeleri ve dini bilgilerini onlardan öğrenmelerini beraberinde getirdi.6

Sonraları geleneksel göçebe kültürün bir devamı niteliğindeki, bir takım sema ve raks ayinleri icra eden bu şeyh ve dervişlere yönetim kadrosunun ilgi duymuş olması, onların zorunlu olarak Türkmenleri anlama ve kontrol etme ihtiyacından kaynaklanmıştı.

Bu bağlamda Türklerin Horasan ve İran coğrafyasında bulunduklarında, büyük ölçüde İran, hatta kısmen Hint kültürünün tesirinde kalarak yayıldıkları hemen her bölgeye bu kültürlerin izlerini taşımış olmalarını da irdelemek gerekir.

Özellikle Selçuklular zamanında Anadolu´da kentlerde yaşayan halk çoğunlukla kitabî-sünnî anlayışa sahip iken, köylerde ve uç bölgelerde yaşayanlar, şifahî ve geleneksel inanç yapısı taşımakta idiler.

Dini müesseselerin şehirlerde olması, şehirli halkın, tabiatıyla daha yüksek bir din bilgisi ve kültürüne sahip olmasına; şehirlerden uzak bölgelerde yaşayanların ise, Türkmen şeyh ve dervişlerin etkisinde dini bilgileri zayıf ve inançları çoğunlukla geleneksel ananelere dayalı dini bir hayatı sürdürmesine yol açtı.7

Moğol istilası ile birlikte farklı tarikatlara mensup şeyh ve dervişler de, gerek emniyet açısından ve gerekse fikirlerini daha kolay yaymak maksadıyla Anadolu´yu kendileri için iyi bir ortam olarak tercih etmişlerdi. 

Ve böyle bir ortamda Göçebeler arasındaki dini hayat, daha çok eski Türk inanışlarındaki Ozanları çağrıştıran babalar vasıtasıyla, şehirlerde yaşanandan farklı olarak, daha basit, sade ve daha çok menkıbelere dayalı, tasavvuf yönü ağır basan bir anlayış biçimiyle yaygınlaştı.

Türkmen boyları, yüzeysel bir İslâm anlayışına sahip olduklarından hem eski şâmânî inançları ve hem de atalarından kalma bir takım geleneksel sözlü inançları İslam´la beraber bünyelerine taşıdılar.

İslâm´ın öngördüğü kimi dini kuralları tamamen özümseyememiş, sazlı-sözlü şölenleri devam ettirmiş ve namaz, oruç, hac gibi göçebe hayatı ile birlikte ifa edilmesi zor ibadetler, Türkmenlerin ilgisini fazla çekmemişti.

Onlar daha çok din büyükleri olarak bildikleri baba ve dedeler tarafından telkin edilen eski geleneklerine de uygun olan sade bir İslâm anlayışını kendilerine daha yakın bulmuşlardı.

Kendilerine ilahiler, şiirler okuyarak nasihatte bulunan bu şeyhleri eskiden kutsallık verdikleri ozanlara benzetmişler ve onların söylediklerine tabi olmuşlardı.

Farklı kıyafetleri, ağızlarda dolaşan kerametleri ve sade yaşayışlarıyla Türkmen babaları, Oğuz boylarına anlayacakları bir dille, eski Türk ananeleriyle karışık bir şekilde İslamiyet´i anlatıyorlardı. Bu yüzden Türkmen halk kitleleri onların vaazlarını heyecanla dinliyor, söylediklerini uyguluyorlardı.

Anadolu´ya çeşitli sebeplerle gelerek yerleşen şeyh ve dervişler, burada çok yönlü faaliyetlerde bulunarak hem Anadolu´nun İslamlaşmasına katkıda bulunmuş hem de halkın dini duygularının sürekli canlı tutulmasını sağlayarak onların iyi, dürüst ve ahlak sahibi birer vatandaş olmasına katkıda bulunmuşlardır.

9. ve 10. yy. da Türkistan´ı adım adım arşınlayan babalar, atalar, şaman dedeler, menkıbeler, nasihatler anlatarak halk üzerinde sevgi ve saygı kazanarak uzun süren yolculuklar sonunda Anadolu´ya ulaşmışlardı. Bunlar Anadolu´da, dede, baba, abdal ve gâzi gibi ad ve unvanlarla Orta Asya´daki misyonlarını sürdürmek için dergahlar açtılar. İşte Mevlanalar, Hacı Bektaş Velî´ler, Ahî Evran´lar, Abdal Musa´lar, Sarı Saltık´lar, Taptuk Emre´ler, Yunus Emre´ler bu misyonun Anadolu´daki kollarıdır.

O halde Anadolu´daki İslamlaşmayı medrese ekolü ve tekke/ tarikat ekolü olmak üzere iki grupta değerlendirmek gerek. Medrese alimleri Ehl-i Sünnet inancına bağlı kalırken tarikat ve tekke mensupları ise daha çok mistik düşüncelere bağlı kaldılar. Neticede Anadolu Selçukluları Sünni İslam anlayışını bir devlet politikası olarak savunurken, Türkmenler ise Müslüman olmadan önceki inanç ve geleneklerin etkisinde kalarak zahirî bir İslâm anlayışına tâbi oldular.

Bu anlayış farklılığı sonraki dönemlerde de devam etmiş; Kentlerde, sufilik karışımı bir Hanefilik göze çarparken, Türkmenler, kendilerine karışık ve sıkıntılı gelen fakihlerin vaazlarından çok, eski ?kam? ve ?ozan?ları andıran sufi önderlerine itibar etmişlerdir.

 Ve sonuçta Anadolu´da resmî Sünni din anlayışı dışında, farklı bir Müslümanlık anlayışı oluşmuştur.

***

Türkmenlerin o günden günümüze yansıyan ve geçmiş şaman kültürü ile karışık İslami düşünce kırıntıları bugün de yine tarihin tahrif edici rüzgarları altında bazı farklılıklarla da olsa devam etmekte.

Bugün çoğu Türkmen köylerinde cami bulunmaz ve ibadetlerini açık alanda ya da Cemevi dedikleri ?toplanma evi? inde yaparlar. Hacı Bektaş´ta tepelerde açık alanda gündüz veya gece tanrısına yakarırdı. Günümüz erenleri olan Bektaşlar, cennete gitmek için niyaz etmez, namaza, oruca yaklaşmaz ama kendini aşmak için (cezbe) sema´ ya kalkar, göğe yükselir?

Bektaş bilge bir kişidir ama dinin ritüellerine, şeriatına uymaz. Onun söylediği ilahi ve şiirler yazılı değil, sözlü olarak ağızdan ağıza geçer ve O hacca da gitmez. Düş yoluyla gitmesi başka? 

Bektaş Veli, Ardıç ağacına çok önem verir. Hırka dağında ardıç ağacının altında oturur, düşünür, yakılan ateşin etrafında halka şeklinde dönerek, semaya yükselir. Ona göre Tanrı insandan başka bir yerde aranmamalıdır ve Tanrı insanın gönlündedir?

Bu ve benzer birçok inanç kırıntısı Türkmenlerin daha önce Asya´da bildikleri ve söyledikleri şeyler idi. Türklerin Asya´daki ?Kendini bil ki Tanrıyı Bilesin? sözü ve benzeri gibi.

Bektaşilik bir dinler karışımı, Anadolu halkının birikimleri ile Asya´dan Türklerin getirdiği tüm öğelerin birbiri içinde erimesi, bütünleşmesidir.

Alevilik; göçerleri ile kırsalı kucaklayan yaşam biçimi iken; Bektaşilik, kentliyi, okumuşu kucaklayan tekkeleri ile bir sosyal oluşum oldu.

Bektaşilik tarihin sayfalarına karışıp, kaybolurken; Alevilik sözlü gelenekleri ile, dedeler tarafından farklı zaman ve mekânda yapılan değişikliklerle gelişti, dönüştü ve günümüzde de yine Anadolu´da önemli büyüklükte toplulukların inanç birikimi olarak yaşamaya devam ediyor?

Selam ve dua ile?

DİPNOTLAR:

-1 Osman TURAN, Selçuklular ve İslamiyet

-2 Zeki Velidi TOĞAN, Umumi Türk Tarihine Giriş

-3 M. H. YİNANÇ, Anadolu´nun Fethi.

-4 Faruk SÜMER, Oğuzlar,

-5 Zeki Velidi Togan, Umumi Türk Tarihine Giriş

-6 M. Fuad KÖPRÜLÜ, Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar

-7 Tahir Harimi BALCIOĞLU, Türk Tarihinde Mezhep Cereyanları

 

 

 

 

Uyarı! Yapmış olduğunuz yorumlar incelendikten sonra onaylanacaktır onaylandıktan sonra gözükecektir


Resimlere Tıklayarak Kitap Satın Alabilirsiniz

YAZARLAR