Reklam Görüntülerine Tıklayarak Kitap Siparişi Verebilirsiniz


Bayram YILMAZ


Yaygınlaşan Neopoteizm Hangi İzleği Takip Ediyor?

Bayram YILMAZ'ın yeni yazısı;


 

 

Efialtes/epialtes tıp dilinde de kullanılan Latince/yunanca bir kelimedir. Kelime yunan mitolojisi ile ilgili olup, Ephialtes: “Gaia ile Uranos'un oğlu olan dev.”anlamında.  Mitoolojik bir içeriğe sahip özel bir isim olan Epialtes günümüz Yunancada sıfat olarak her türlü ihaneti, ahlaksızlığı, korkaklığı, arkadan saldırmayı ifade edecek şekilde kullanılmaktadır.

Kavramların da hikâyeleri var.

M.Ö 480 yıllarında Yunan site devletleri ile dönemin en büyük gücü olan Persler arasındaki Termobil geçidinde yapıldığından dolayı Termobil savaşı olarak bilinen savaştaki ihanetin başkahramanının isminin Malisli Efialtes olması kelimenin anlam değişikliğine uğramasına neden oluyor.

Efialtes’in kendisi de bir Spartalı olmasına rağmen Perslerin vereceği ödül için Leonidas komutasındaki geçidi tutan Spartalı askerlere ihanet edip Yunanlıların arkasına çıkan dağ yolunu Perslere göstermiş kişidir. Bu ihanet Yunan tarihinde ve zihninde o kadar kötü bir yer tutmuş ki kelime Yunancada her türlü kötülüğü ifade etmek için kullanılır olmuş.

Günümüz yunancasına “kabus” olarak gelmiş olan Latince kökenli Epilates kavramı tıp dilinde de tıbbi terim olarak “Korkulu veya sıkıntılı rüya” anlamında kullanılmaktadır.

Yine Antik Yunanistan'da Atinalı bir politikacı ve demokrasi hareketinin öncülerinden olan, MÖ 461 yılında oligarşi yanlısı grupların kışkırtması sonucu suikaste uğrayıp yaşamını yitiren Ephialtes isminde bir demokrasi kahramanı da var lakin hain Epialtes’in ihaneti o kadar büyük bir travma üretiyor ki o isimdeki tüm iyi insanların üzerine “kabus” gibi çöküyor.

Bizim İslam tarihimizde ise benzer bir kavram kayması “yezit” ismi üzerinden oluşmuştur. Yezit kavram olarak “çoğaltan, artıran, cömert ve bol dağıtan…” anlamlarına gelse de ilk duyduğunuz andan itibaren bir hakaret sözcüğü olarak işitiyorsunuz. Bunun sebebi Son nebi olarak gönderilen Hz. Muhammed (SAV) efendimizin torunu olan Hz. Hüseyin ve onunla birlikte yolculuk eden, içlerinde kundaktaki bebeklerin dahi bulunduğu Ehli Beyt mensuplarının katledilmesi emrini veren kişinin isminin Yezit olmasıdır. Bu emir neticesinde Hz. Hüseyin’in öncülüğündeki bu kafile önce susuz bırakılır sonrasında ise oklarla vahşice katledilir.

İslam tarihine Kerbela Faciası olarak gecen bu vahşi hadisenin birinci dereceden sorumlusu olması nedeniyle o tarihe kadar yaygın olarak kullanılan yezit ismi sonraki süreçlerde isim olarak tarihten silinmiş daha sonraları sıfat olarak “kendisinden nefret edilen kimselere karşı sahtekâr, acımasız, hain, gaddar vb. anlamında bir sövgü sözü”(TDK) haline gelmiştir.

***

Bugün içinde yaşadığımız tarihi süreçte de 15 Temmuz 2016 tarihindeki kalkışmanın müsebbibi olmaları sebebiyle ülkemizde FETÖ- FETÖCÜ gibi kavramlar suçlama anlamında birine yapılacak en büyük suçlama ve hakaret olarak kullanılmaya başlamıştır. Kelime zamanla neye dönüşür bilmem ama bugün için birine FETÖCÜ demek “kötü, çirkin, iğrenç, hain,… ” gibi kavramların bileşeni bir içerikle suçlamaktır.

Bizim güncel endişemiz; zamanla bu kavramsallaşmanın nasıl oluştuğunun unutularak FETÖCÜ kavramsallaştırmasının her türlü ötekileştirme için araçsallaştırılması, meselenin slogan ve hamasetin sınırlarında tutularak, ibret ve tedbir alma imkânlarının ortadan kalkması/kaldırılmasıdır.

Bizim niyetimiz; tarihimizin en büyük ihanetinin ve ihanet şebekesinin uluslar arası bağlantılarıyla birlikte bu kadar büyük bir ihaneti nasıl organize edebildiğini ve toplumsal destek bulabildiğini sorgulamak,  Bu çaba üzerinden geçmişte ve bugün bizlere ağır maliyetler ödememize neden olan toplumsal zaaflarımızın en azından bir tanesine (dar bölge milliyetçiliği, klan dayanışması, neopoteizm/adam kayırmacılığa) işaret ederek benzer kötülüklerin ve ihanetlerin önlemini alabilmektir.

***

Maalesef tarihi olayları ve olguları okumada meseleleri kişiselleştirmeye çok yatkın yapımız var.  O yüzden kahramanları bol bir milletiz. Malazgirt savaşını Sultan Alparslan kazanır, İstanbul’u 2. Mehmet Fetheder. Uluabatlı Hasan gibi birkaç kahramanı hariç tutarsak zaferlerimiz bir mücadele, bir lojistik, bir mühendislik, bir organizasyon gayreti ve zaferi olmaktan çok hep bahadırlık hikâyesi/anlatısı olarak biçimlenir. Bu kültür “her biri evliya mertebesinde olan Osmanlı padişah efendimiz”i, “Ulu hakan sultan Abdülhamit han”ı “her şeye muktedir Enver paşa”yı, “tek adam”ı ve devamı olan kişilik ve tarzları, “Başbuğ” ve “reis” “kuddüsü sirruh” türü sorgulanmaz hiyerarşileri, Türkiye’ye özgü Başkanlık sistemini ve uygulamalarını ortaya çıkartır. Liderlerimiz “na-mütenahi”, “seçilmiş”, “Allah’ın lütfu”, “layüsel”  kişi ve kişilikler olurken halkımız bu iriliğin altında birey olamayıp “bir bütünün parçası/mensubu” olarak değer kazanabilmektedir. Bu kültür bizleri kolektif bilinci yüksek, kolay toplumsallaşan, bir amaç etrafında kolay motive ve mobilize olan insanlar yaparken bireysel başarı gerektiren alanlarda çok kısır ve güdük kalmamıza da neden olabilmektedir.

Bu kültür insanlarımızın ilkeler üzerinden değil de daha çok kişiler ve klikler üzerinden toplumsallaşmamıza neden olabilmektedir. Bu toplumsallaşmada; kişileri ve kliğini organize edip sonuç alabilenlerin toplumsal hayatta daha etkin olmalarına neden olmaktadır. Bu sarmal iktidara namzet ve olan kişi ve klikler değişse bile benzer adam kayırmacılığı/neopoteizm’in cari olmasına/kalmasına neden olmaktadır.

Adam kayırmacılık(Neopoteizm) neden olduğu sayısız kötülüğün nedeni ve sonucu olarak bir yozlaşma üretmekte, en çok da liyakatsizliği popüler hale getirmekte, kâhtı rical(görev adamı yokluğu) denilen hastalığın oluşmasına yol açmaktadır. Bu yoz ilişkiler içerisinde toplum adalet, güven, sevgi, saygı üretememektedir.

Neopoteizmin taban bulduğu toplumlarda muhteris liyakatsizlerin ellerinde de toplum sanatta da, teknolojide de katma değeri yüksek (know-how) ürün çıkartamamaktadır. 

***

Osmanlıdan başlayarak çok darbe görmüş bir milletiz. Her darbeci teşebbüs toplumu okuyamayan üstenci  -çoğunlukla asker- bakışının sonucu. Meşruiyetini toplumdan devşirmeyen her türlü iktidar talebi, darbe teşebbüsü ve vesayet yönetimi de tarihi tecrübeler ile sabittir ki her ülkenin başına bela olmuş, kalkınma imkanlarını duraklatmış ve geriletmiştir.

15 Temmuz 2016 da Fetullah Gülen’e bağlı bazı asker ve Emniyet mensuplarının darbeye teşebbüs ederek yaptıkları ihanet ise benzerine tarihimizin şahit olmadığı bir ihanet türü olmuştur. Fetönün darbe teşebbüsü ülkenin daha iyi yönetilme talebinden beslenmediği gibi darbecilerin kendileri tarafından yönetme arzusundan da neşet etmemişti. En yalın haliyle tüm zaaflarına rağmen bağımsız ve özgür bir halkı ve devletini zaafa uğratmak, sömürüyü ve sömürgeleştirmeye açık hale getirmek, sömürge valisi olabilme arzusu ile kalkışılan, Emperyalizmin maşası olmaya tav, kompleksli ve aşağılık bir zihniyetin kalkışmasıydı. Bu ihaneti bizim tarihimizin en büyük hainliği yapan temel hususlar ise

1. Emperyalizmle işbirliği içerisinde olmaktan öte emperyalizm adına bu kalkışmanın yapılması buna gönüllü olunmasıdır. Darbeci unsurlar zaman içerisinde bu toplumun bir mensubu olmaktan uzaklaşmış, yabancılaşmış, ötekileştirmeye müsait bir zihinsel evrim geçirmişleridir.

2. Bu ihanet şebekesi adına darbeye kalkışanlar yıllarca TC devletinin ve TSK’nın bir mensubu olarak ama bu kurumların mensubu ol(a)madan hayatlarını geçirmiş olmalarıdır.

3. Darbeye kalkıştıklarında kullandıkları tüm silah ve teçhizat kendilerine milleti ve devleti düşman unsurlara karşı koruması için emanet edilen imkânlardır. Bu silahların silahsız halka karşı kullanılmış olmasıdır.

Dördüncü olarak da darbenin ilk anlarından itibaren TSK envanterindeki uçak, silah ve mühimmat ile bombalan yerlerin TBMM başta olmak üzere bu vatana hizmet etmek için en özel ve mahrem(dokunulamaz) yerler olmasıdır… Bu toprakları dışarıdan gelip zapt etmeye çalışanların bile teşebbüs etmeyi akıllarından geçiremedikleri, başaramadıkları millet meçlisin bombalanmış olması o geceyi canlı yaşayan herkesi dehşete düşürmüştür. İhanetlerinin derinliğini, bu milletten ne kadar uzak bir akıl ve kalbe sahip olduklarını, başarabilseler ne kadar ileri gidebilecekleri hakkında 15 Temmuz gecesinin sabahına sağ salim ulaşabilmiş herkes büyük endişeler duymuştur.

Aynı ülkenin insanlarıyla aynı otobüslerde yolculuk etmelerine, aynı lojmanlarda ikamet etmelerine, aynı üniversite koridorlarında bulunmalarına rağmen hiçbir kadim değeri umursamadan böyle bir ihanetin parçası olabilmek için; yıllar süren bir sinsilik, içinde bulunulan mekandan, coğrafyadan, insanlardan ez cümle vatandan yabancılaşmak ile mümkün olabilecektir.

Elhamdülillah ki hainlerin darbe hesaplarını öne çekmek zorunda kalmaları, Halkın erken bir şekilde bu kalkışmaya karşılık vermesi, Başta Cumhurbaşkanı olmak üzere halkın direnişe çağırılması ve darbecilere karşı olan direnişe  önderlik etmeleri, bir bütün olarak milletimizin “evimiz kira olabilir ama memleket bizim” hassasiyeti ile ülkesine sahip çıkması,… tek tek sayamayacağımız ama bir bütün halinde Rabbimizin yardımı ve milletimizin feraseti ile bu ihanet sonuçsuz kalmış, kalkışanların ayağına dolanmış, daha sonrada bu kalkışmaya zimmi de olsa destek verenler tarafından sahiplenilmeyerek –özür dileyerek- “piç” olmuştur.

Gecenin kırılma anlarının başkahramanı Ömer Halisdemir’in ağabeyi Soner Halisdemir’in ifadesiyle “Felsefe yapmayı sevmeyen/bilmeyen bu millet o gece destan yazmıştır.”

***

Bu yazımızın konusu üzerinde çokça yazılıp konuşulması gereken bu geceyi anlatmak değil. Zaten bu bir yazıyla da mümkün değil. Bizim işaret etmek istediğimiz her zaferden sonra kendimize örnek ve ibretler çıkartmak istemeyen hafızamızı biraz gıdıklamak ve “15 Temmuz gecesi ne oldu?”dan daha çok “… bu geceye nasıl gelindi?”, “… bu geceye kadar getirilen en az kırk-elli yıl kendi gizleyebilen bir ihanet tohumunun nasıl köklendiği, dal budak salabildiği?...” üzerinden birkaç kelam edip bu geceye gelen sürecin ihanet taşlarından bizce en belirgin olanına işaret etmektir. 

Öncesinde “hizmet” devamında “”the cemaat” sonrasında “Fetulahcı Terör Örgütü” olan bir hareketin bu gün ne yapabileceği degil. Bu yapı bugün için kadroları ve referanslarıyla bir tehlike unsuru olamaz. Çünkü bu yapıya mensubiyet o kadar “iğrenç” bir şekilde tanımlanmıştır ki kendileri alan genişletip etkin olabilecekleri ilişkiler ağını yeniden kurmaları mümkün ol(o)maz. Lakin mevzu da aynı yöntemleri kullanabileceklere karşı toplum ve devlet olarak ne gibi önleyici ilke ve tutumlarımızın olabileceğidir.

Burada Malik bin nebiyi bir kez daha analım. Ne diyordu “Sorun sömürülmek değil sömürüye açık bir zihin yapısına sahip olmak…”

Bu kandırılmaya yatkın durum, bugünlerde ülkenizin laik ve seküler basınında birazda İslami cemaatlere karşı sopa olara kullanılan “bugün fetö biter metö gelir…” basitliğinden öte bir şey. Öncelikle hatırlamış olalım; darbe gecesi savaş uçaklarından TBMM’sini bombalayanlar İslamcılık yaparak orduya girmediler. Daha sonrasında onlarla ilgili anlatılara baktığımızda her biri çevresinde en Atatürkçü, Kemalist diye bilinen yada böyle davranan tiplermiş…”

Kimsenin bilmediği bir şeyi söylemek niyetinde de kudretinde de değiliz. Lakin hem kendi adımıza hem de sonraki neslimize yönelik olarak anın vaka-i nüvisini tutarken geleceğe de bir not bırakmak isteriz.

***

 “yaşadıklarımdan öğrendiğim bir şey var.”

İlk görev yaptığım okulda benden tecrübeli bir öğretmenimiz 1986 yılında sınıf arkadaşının üniversite sınavı ile ilgili kendisine, “bu soruya çalış, bu soru sınavda çıkacak” dediğini ve o sorunun da Üniversite Giriş Sınavında çıktığını söylemişti. Bu çocuğun daha sonra FETÖ’nün ileri gelenlerinden olduğunu da ilave ederek.

Dönemin koşullarında “çok muhterem”, “the cemaat” bizim için en azından bir soru işaretiydi. Türk ordusu Kuzey Irak’a yönelik operasyon düzenlediği 90’lı yıllarda Cemaatin orada 5 adet “hizmet” okulunun olabilmesi bile gücünün kaynağı ile ilgili şüphe duymak için yeterliydi.  Bugüne geldiğimizde Cumhurbaşkanının “bizi kandırmışlar…” ifadesini duyduğumuzda bu cümlenin niye telaffuz edildiğini tahmin etmekle birlikte yine de refleks olarak “…politika böyle bir şey…” demiş olabilirim…

Biraz yaş almaya başlayıp “the cemaatin” büyümekten öte artık çok irileşip neredeyse hiçbir örgütlü yapının inisiyatif almasına engel olacak kadar hırslandığı, ekabir bir dil ve tonda konuşmaya başladığında “bir yapının bu kadar büyük olması sadece maneviyat ve başarılı bir örgütlenme ile açıklanamaz. Bu yapıyı bir arada tutan ve genişleten şey ortak menfaat duygusu ve menfaat üretme potansiyelidir” dediğimizde de henüz sosyoloji diplomamız yoktu. Bizler halen mahalle sohbetlerinde “dar alanda kısa paslaşmalar” yapan samimi gençlerdik.

Gençken yaptığımız tefsir sohbet/derslerimizin bir ders konusu da Nasr süresiydi. Meal olarak; Allah’ın yardımı ve fethi geldiğinde, İnsanların kitleler halinde Allah’ın dinine girdiğini gördüğünde Rabbini hamd ile tesbih et ve bağışlanmayı dile, Muhakkak ki O çok bağışlayandır.”  Sürenin Mekke’nin fethi sırasında indiği rivayet edilir. Bu süreyi anlarken sahabenin ve Arap toplumun İslam’a girerkenki süreçlerde temel eşik tarihlerden biride Mekke’nin fethidir. Nasr Süresi konulu bu dersimizde bir dinin, bir fikrin, bir inancın kitleselleşebilmesi ancak o fikre karşı çıkmanın pek mümkün olmadığı zamanlarda/dönemlerde olabileceğini anlamaya çalışır. Güç kazanılan bir eşikten sonra bu eşiği atlayıp araya karışan insanların büyük çoğunluğunun menfaat peşinde olduğu sosyolojik olarak anlatılmaya çalışılırdı. Bizlerin yapılması istenen; “Niyetlerimizin baştan sona Allah Rızası olduğu hiç unutulmadan;  Başarıyı Allah’tan bilmek, Allah’a hamdetmek, O’na sığınmak, gücün büyüsüne kapılmamak, kapılanlara da müsaade etmemek…” gerektiği söylenirdi. Bu başarılabilirse Gayri meşru niyet ve isteklerle etrafa doluşanların bu isteklerinin karşılanmadığını gördüğünde uzaklaşacakları ve gücün, kişisel hırsları olanlarca değilde, gerçekten yükü paylaşmaya namzet insanlarca kullanılabileceği idailize edilirdi. “Düşünün ki Hz. Ömersiniz, İslam halifesi olmuşsunuz, ümmetin yükü sırtınızda ve sizin sırtınızda alelade bir giysi ve kendinize ait bir deveniz bile yok…”, “Kim Hz. Ömer’in yerinde onun gibi olmak ister? ama ne zaman halife olmak Beytül Mal üzerinden kişileri zengin etme imkanı oluşturursa bu kaçınılmaz iktidar mücadelesine ve bu uğurda kanların dökülmesine yol açar…”

-Yazımızın bu kısmında bir örnek verme muradıyla dostlarımızı da hatırladık ve hatırlatmış bulunduk. Vesile olanlardan Allah razı olsun.-

İtibarın adil yönetim sahibi olmaktan daha çok imkân ve maddiyat kullanımı ile ilişkilendirdiğimizde, Kamu imkânlarıyla yapılan harcamaları gereklilik ve işlevsellik üzerinden açıklamak yerine “itibardan tasarruf olmaz…” deyip, itibarı parayla sahip olunan bir özellik olarak harcamayla bağladığımızda; çevremiz bizimle ortak itibar tanımı yapan ve itibarımıza ortak olmak isteyen insanlar tarafından oluşmaya başlar.

Yine de biz kitabın ortasından ifade edelim ki sorun çıkmasın; Bundan sonraki söyleyeceklerimiz Sahabe içinde en çok Hz. Ömer hayranlık besleyen, Hz Ömer itiraz eden kadın sahabeden cesaret bulan, yaşarken de Rabb’imizden en çok istediği ve en çok ettiği duanın son nefesini müslüman olarak vermek olan bu samimi gençlerin samimi uyarıları olarak anlaşılmasıdır.

***

Niyetimiz; uzun bir girişten sonra psikolojik bir arz talep olarak “hamili kart yakinimdir”’in nasıl üretildiğinden daha çok nelere sebep olabileceğini nefsimize ve okuyucularımızın hatırda tutmasına katkı sağlamak. Gerçi “Koçibey Risalesi” üst başlığında da aynı benzer cümleler kurulabilirdi belki ama yakın ve dehşet verici bir örnek olarak TBMM bile ülkenin savaş uçaklarınca bombalandığı bir yapıdan örnek vermek daha işlevseldir. Çok daha özelde niyetimiz; geçmişin günahları üzerinden benzer günahları işlemeye mazeret üretmemek, bir günah ve ihanet fiilini, yapan kişi ve kurumlara bağlı olarak farklı değerlendirme kayıtsızlığına ve ahlaksızlığına düşmemektir. Düşebileceklerin ve kamuoyunun dikkatini de “adamına göre muamele…” eylemin ahlaksızlığına dikkat çekmek. Bu sebeple altını tekrar çizerek hatırlatmış olalım “ahlakın evrensel tanımı tutarlılıktır…”

Derdimiz sadece fetöcülüğü anlatmak degil, FETÖ’nün yakın geçmişimizde sebep olduğu kötülükleri de örnek göstererek adam kayırmacılığın/neopoteizmin toplumların çöküşlerinde nasıl bir etki oluşturduğunu bu davranış biçiminin ne kadar çirkin, mübtezel, agır vebal ve ihanet içerdiğini anlatabilmek. Derdimiz neopoteizmi en sofistike yöntemlerle kullanan fetöçülüğün alameti farikasına dikkat çekmek olduğu kadar esas niyetimiz de adam kayırmacılığın, liyakatsiz muhterislerin önünü açmanın, kamu imkan ve yetkisi tevdi edilirken sırf akraba, parti, bölge gibi ortak paydalarla davranmanın çirkinlik ve hainlik düzeyini anlatabilme çabasıdır. Nihayetinde “Kendimizle yüzleşmeyi sevmeyen bir toplumuz.  Yine de kendimizle yüzleşmek için ara sıra zaman ayırmak lazım."

Öncelikle 15 Temmuz yaşanların anlamını kaba bir hamasete kurban etmeden hatırda tutmak lazım temennisiyle başlayalım. Sonra araya beylik bir laf sıkıştıralım. “suçluyu kazıyın içinden insan çıkar.” diyelim. Kastımızın suçu makulleştirmek olmadığını, gerekli tedbirler alınmadığında “masum bir bebekten bir cani çıkmasının her zaman muhtemel olduğu”nu da unutturmamaktır.

***

Müsaadenizle deneyelim efendim.

En son deniz subayı olarak ziyaretimize gelen, ailesi 1986 yıllarında Bulgar zulmünden kaçarak Türkiye’ye gelen bir öğrencimizin FETÖ’ün aktif olduğu zamanlarda girdiği askeri sınavlarda fiziksel aktivite gereken kısımlarda birincilik de dahil olmak üzere çok başarılı olmasına rağmen bazen gözünden, bazen de “kalbin ile sıkıntın var…” denilerek eleniyordu. Bir gün inat edip üniversite hastanesine giderek tam bir heyet raporu alır.  Gözü ve kalbi de dahil sağlığı ile ilgili tüm veriler gayet normal ve iyi durumdadır. Raporu aldıktan sonra kendisine verilen askeri hastane raporunu üniversite hocasına gösterdiğinde Unvanı Prof olan hoca; “Evladım senin bu rapora göre ölmüş olman lazım…” tepkisini verdiğini söylemişti.  Sonrasında bu öğrencimiz kendisini yanlış raporlarla eleyen, raporlarda imzası olan herkesi dava etti.

En yakınımızdaki örnekler 15 Temmuz’a giden sürecin en önemli kişililiklerinden olan meşhur savcıların hikayeleri ile çok örtüşüyordu. Bir zamanların popüler savcıları Zekeriya Öz’ler, Muammer Akkaş’lar, Ferhat Sarıkayalar’ın nasıl süreçlerden geçerek, kimlerin ellerinden tutması ve referanslarıyla ülkenin hukuk tarihine geçen eylemleri yapabilecek konumlara gelebildiklerine bakmak gerekir.  Bakıldığında bizim gördüğümüz ve görülen; her birinin bir minnet, bir borç ya da mahkumiyet doğuran ilişkiler ağında bulunduklarıdır.

Bu gerektiğinde tahsil etme amacıyla ön açma/borçlandırma sadece bize özgü bir durum da değil üstelik. Öyle ki dünyanın en büyük ülkelerinin başına başkan olarak seçilen kişiliklere baktığımızda bile bu insanların özellikle zaafları olan insanlardan seçiliyor olması önemlidir. Ancak sütre gerisinde kalarak bu zaaf sahibi insanlar üzerinden istenilen politikalar üretilebilmektedir. Lütfen Trump ve Kudüs politikasını inceleyiniz. Dini duyarlılığı olmayan Hıristiyan bir Amerikan başkanının Siyonizm’in Kudüs politikasını destekleyecek bir uygulamaya imza atabilmesi ancak zaafları üzerinden oluşturulan bir baskı ile mümkün olabilir. Bu zaaf bazen kamuoyunun bilmesini istemediğiniz bir sırrınız olabilir, bazen de para kazanma hırsı, daha çok da popülerlik hastalığı olabilir. Artık kimin nasıl bir zaafı varsa gerçek güç tutkunları kullanacakları maşalarının bu zaaflarına yatırım yapmaktadırlar.

Her insanın başarma isteği vardır.  Her insan kendi önüne çıkarılan başarmanın kriterlerini yerine getirmek ister. İşte tam da burada toplumun inşa ettiği değerler hiyerarşisinde başarının ne olduğu önemli olmaktadır.

Örnek olarak; ailesi tarafından “helalinden bir lokmada olsa ekmek parası kazanıp kimseye muhtaç olma”manın bir adamlık ve başarı olarak tanımlandığı bir değerler hiyerarşisinde kimse harama bulaşıp kendisi ailesinin ve toplumun nezdinde değersiz hale getirmek, itibarsızlaşmak istemez. Tam terside mümkün; Başarının güzel olmak, popüler olmak, ne olursa olsun zengin olmak… üzerinden tanımlanan bir toplumsal vasatta; satılıp paraya, maddi olanağa dönüştürülmeyecek hiçbir şey kalmayabilir. Ne olursa olsun “maddeten güçlü olmak” fikriyatı; din de dahil her şeyi pazara çıkarır. Hiçbir ahlaki kriterle kendinizi bağlamadığınızda, Ne olursa olsun rakiplerinin üzerine çıkıp ondan üstün olmayı en önemli bir kazanç kabul ettiğinizde de; meşrulaştırmayacağınız hiçbir davranış biçimi de olmaz.

Toplumun değer inşasına verilebilecek bir örnek olarak; Öğrencilerin kopya çekmeyi bir ahlaksızlık, bir hak etmediğini alma/çalma olarak değil de bir uyanıklık olarak tanımlamaları bu konuda toplumun ürettiği ahlak(sızlığ)ın sonucudur.  Dersi/konuyu öğrenmenin, bilgi sahibi olmanın önemsizleştirilip, “nasıl olursa olsun…” dersi/sınıfı geçmenin önemli hale getirildiği, “ vur kır parçala, bu maçı kazan…”  lümpenliği ve başarı tanımı şahsen hiç istemediğimiz bu sonucu kaçınılmaz olarak üretecektir. Üretilen bu sonuç toplumdaki her türlü süistimal ile etkili mücadele edebilmenin zeminini de maalesef ortadan kaldırabilecektir.

Kişisel anlamda insanların ihtiyaçlarını, isteklerini, tutkularını, sevme, sevilme, yönetme arzularının nasıl bir hırs ürettiğini, insanların neleri başarmaya veya ne gibi bedeller ödemlerine göze aldırdıklarını konuşabiliriz. Lakin bu bir tesbit ve dikkat çekme olur. Ülkemiz ve insanlık için daha önemli ve öncelikli olan ise kurduğumuz sistemler ile, koyduğumuz kurallarla, bireyi bu zaaflardan nasıl uzak tutabileceğimiz olmalardır. 

Başarıyı nasıl tanımladığımız kadar Ahlaksızlığı, (özür dileyerek) şerefsizliği nasıl tanımladığımızda çok önemlidir. Örneğin Bir emanet olan kamu gücü kullanılarak hedefi belli bir kesime özel bir imkan/rant üretmeyi bir adilik, bir şerefsizlik hadi biraz kibar olalım aşağılık bir davranış olarak tanımlayıp isimlendirmek önemlidir. Daha doğru ifadelendirme olarak Devletin/Kamunun malını yemeyi domuzluk olarak tanımlayıp yaygınlaştırmak en azından doğru bir kavramsallaştırma ve ahlaki bir zemin inşası olacaktır.

***

Hikâyenin evveliyatı için bir özet verecek olursak; Ecdadımız Osmanlının devlet ve İmparatorluğa giden sürecinde bütün diğer kurumlar gibi eğitim kurumu da kendi içinde iyi işleyen bir mekanizmaya ve sıkı kurallara tabiydi. 

Osmanlı siyasi düzeninin yozlaşmaya başladığı devirlerde bütün diğer kurumlarla beraber eğitim kurumu da genel dejenerasyondan payını alacaktır. Ancak eğitim kurumundaki bozulmanın toplumsal etkilerinin çok daha derin ve kalıcı olduğunu söylemeye gerek yok. Çünkü toplumun ve özellikle toplum seçkinlerinin donanımı ve kalitesini eğitim belirler.” (2020.08.15 İ.Kiras Karar gz.)

“Liyakate göre görev ve sorumluk vermeye/almaya en fazla ihtiyacımız olduğu bu dönemde…” tersi davranışta bulunanları önce elimizle engel olmalı, gücümüz yetmiyorsa dilimizle uyarmalı, buna da imkan bulamıyorsak kendimizi bu davranışlardan beri tuttuğumuzu ve adam kayırmacı/neopoteizm davranışlarda bulunanları kınadığımızı ilan etmek durumundayız. Yoksa hikaye(miz) iyi bitmeyecek.

Bugünlerde de son birkaç günlük basın taraması yaptığımızda Akademik camia başta olmak üzere yetkilendirmelerle ilgili özensizlik maalesef bizi ziyadesi ile üzmekte, endişelenmemize neden olmakta ve canımızı sıkmaktadır.

Üniversite rektörlerinden biri eşini şuraya atamış, öbürü kızını buraya atamış, bir başkası oğluna akademik statü sağlamış vs. vs. Bunlar bir yozlaşmanın, bir çürümenin belirtileri. Yalnızca eğitim kurumlarının değil, bir bütün olarak toplumsal zihniyetin, yönetim mekanizmalarının ve özellikle yönetim anlayışının maruz kaldığı dejenerasyonun tezahürleri…  İşin özü ve başlangıç noktası şu ki önce kurumlar bozulmuyor, önce zihniyet bozuluyor...

Normalde mevcut koşullar içinde unvan sahibi, dekan, rektör olamayacakken biraz sabredip en azından şekil şartı sağlayacak kadar sabredip sonrasında Rektör olmak/atamak yerine adrese teslim ilanlarla, kişiye özel kanunlarla unvan ve makam sahibi olanlarında günün sonunda (varsa) bilimsel çalışmaları ile değil de “kötü örnek” olarak anılacak olanlara ekstradan bir şey söylemek bile istemiyoruz. Sadece temennimiz bu atama ve görevlendirmelerin “bir vefa, bir sahip çıkma” gibi kavramsallaştırma ve değerlendirmelerle toplum tarafından kabullenilmemesi. Başkası tarafından yapıldığında çok kolay ahlaksızlık olarak değerlendireceğimiz davranış/tasarrufların bizler/sevdiklerimiz yaptığında da ahlaksızlık olduğunun unutulmamasıdır.

Bu atmalara yönelik olarak paylaştığımız bir tepkiyi sahibinin dilinden buraya not edelim isteriz.

Özyeğin Üniversitesi'nin Kurucu Rektörü Prof. Dr. Erhan Erkut, rektör atamalarına Twitter'dan tepki gösterdi: Bu YKS gürültüsü arasında son yapılan rektör atamaları kayboldu. 6 rektörün endeksli dergilerde toplam makale sayısı 3! 4 yeni rektör sıfır makaleli! Biz liyakat dedikçe makalesiz rektörler gelmeye devam ediyor. Sonra neden ilk bilmem kaçta üniversitemiz yok...

Sayın meslektaşlarım: Eğer düzgün bir üniversitede Prof. olmak için yeterli sayı ve kalitede yayınınız yoksa, size gelen rektörlük teklifini kabul etmeyip araştırmalarınıza ağırlık vermenizi öneririm. Kalifiye olmadığınız işi kabul etmek iyi bir kariyer adımı değildir." 2020 Temmuz Basından)

İşi ehline vermeme, liyakatsiz iş yapmanın toplumsal ve bireysel maliyetleri ile ilgili onlarca örnek verilebilir. Biz yazımızın sınırlılığını da gözeterek güncel bir durum üzerinden başarılarıyla, gayretiyle, ulusal bir örnek ve kahraman olan dünya ve olimpiyat şampiyonu bir güreşçimizin nasıl bir gecede onu sevenler için (örnek ben) bir hicab/utanma nedeni olduğunu da örnek gösterebiliriz.

“Hamza Yerlikaya Dünya ve olimpiyat şampiyonu. FILA tarafından "Asrın Güreşçisi" unvanı verilmiş Türk grekoromen güreşçi. Katıldığı (1991 Québec'de yapılan) ilk uluslararası  turnuvada (16 yaş altı yıldızlar grubu ) dördüncülük elde etmiştir.

1993 yılında İstanbul'da düzenlenen Büyükler Avrupa Şampiyonası'na ikincilik başarısı kazanmıştır. Aynı yıl Stokholm'de düzenlenen 1993 Dünya Şampiyonasında Avrupa, Dünya ve Olimpiyat şampiyonu olmuş rakiplerini yenerek şampiyon olmuştur. Bu sonuç ile Uluslararası Güreş Federasyonları Birliği (FILA) modern güreşin tarihinde dünya minderlerinde ilk kez 17 yaşında bir güreşçinin şampiyon olduğunu açıklamış ve Hamza Yerlikaya'yı Asrın Güreşçisi unvanı ile ödüllendirmiştir. Başarılar devam eder… Öyle ki hepsini buraya yazsak fazladan 3-4 sayfamız daha olur. Göğsümüzü kabartan başarılı sporcumuz Hamza Yerlikaya’nın İsmi birçok spor kompleksine isim olarak da verilir.

Yerlikaya aktif sporculuğu bıraktıktan sonra 22 Ekim 2012 tarihinde yapılan seçimle Türkiye Güreş Federasyonu başkanlığına seçilir. Bu görevinden 2015 milletvekili seçimleri öncesinde aynı yılın Şubat ayında istifa eder. 10 Aralık 2015 tarihinde Cumhurbaşkanı baş danışmanı görevine getirilir. (Kay. wikipedi.org)

Sivaslı emekçi bir babanın oğlu olarak dünyaya gelip göğsünüzü kabartan, başarılarla dolu sportif hayatın sürdürürken ismini evlatlarımıza isim olarak vermeyi düşündüren bir insandan. Vakıfbank yönetim kurulu üyeliğine atanıp (şimdilik) 4. Maaşını da almaya başlayan, hangi akılla teklif edildiğini anlamadığımız ve anlamayacağımız bir şekilde “Ben bankacılıktan ne anlarım?” demek yerine bu unvanı kabul etme … gösteren “Asrın Güreşçisi” günün sonunda bizlerin toplumsal çürümeye işaret olarak gösterdiğimiz bir örneğe, unutmak isteyeceğimizdir bir figüre döner.

Bir iktidar partisi milletvekili bu atamayı savunarak için “Hamza Yerlikaya gibi bu vatanı seven bütün sporcularımıza ne yapsak azdır.  Eğer Hamza’dan rahatsız oluyorsanız vatan sevginizden şüphe etmeniz lazım.” der. Sorabilmek isteriz; İyi de vatanseverliğin asıl gereği, devlette liyakat ilkesini hakim kılmak değil midir?

Kanunla objektif tanımlar yapılmazsa, işimize geleni “ehliyetli’ saymak çok kolaydır. Tarihte ve bugün “Vatanseverlik” diyerek, “devrim” veya “dava” diyerek, “devletin âli menfaatleri” diyerek en olmadık liyakatsizlikler bile savunulabilmiştir maalesef.

Bu atamaya kamuoyundan gelen itirazları hamasetle boğmak, Benzer durumlarda çok fazla bürokratın olduğunu çarşaf çarşaf yayınlamak da bizleri rahatlatmıyor.  Atamanın birinci dereceden muhatabının da bu tepkileri ciddiye almayan tutumu ise bizleri ziyadesi ile hayal kırıklığına uğratıyor. Bize de sadece benzer durumda olabilecekleri uyarmak düşüyor. “keşke” diyoruz. “isminizi anıldığında göğsümüzü kabartacak bir yerde tutmak yerine sizleri sevmiş olanlar için bir utanma ve unutma nedeni olmasaydınız.” demek istiyoruz.

Ne zararı var kısmı için cevap arayanlara ve daha geniş okuma yapmak isteyecek olanlara güncel bir eser olarak “Ulusların Düşüşü” isimli Daron Acemoğlu-James A. Robinson’nun kitabı daha bilimsel gerekçeler üzerinden konuyu anlatmaktadır. Biz “felsefe yapmayı sevmeyen…” bir millete bir şey anlatabilmek, bir duyarlılık oluşturmak için “uzun yoldan anlaşılmıyor hakim bey kısa yoldan anlatmak gerek” diyen Barış Manco abimize kulak verip “Kim ki kamu adına yetkilendirmeyi emanet bilinci ile değil de bir minnet, bir borç, bir mahkumiyet ve klan ilişkisi oluşturmak, sonrasında da bunu tahsil etme amacıyla atama ve yetkilendirme yaparsa “fetö’cü” yöntemlerle iş yapıyordur. Fetöcülerle aynı ahlaksızlığı yapan da onlar gibi ahlaksızdır.” diyoruz. Rabbim bizleri görünen ve görünmeyen FETÖ’cülerin şerrinden korusun. (Amin)

Şerlerinden korunmak için de Liyakat meselesine sadece teoride değil pratikte de gerekli özeni göstermek ve önemsemek gerekmektedir. Söylemlerle eylemlerin uyumu/tutarlılığı önemlidir.

***

Liyakatin iki temel ölçütü vardır. Birincisi; yetki ve sorumluluk alanınızda bulunan İş için gerekli olan teknik ve uzmanlık bilgisine sahip olmak, İş pratik beceri gerektiriyorsa da bu beceri ile mündemiç (iç içe, hususiyete sahip) olmaktır.  İkinci olarak da işinizi yapmanız neticesinde sahip olduğunuz/ürettiğiniz değeri süistimal etmemek, buradan kişisel ve yakınlarınıza ve dahi kimseye yönelik hak edilmeyen bir imkân üretmemek, işiniz gereği özel kalması gereken durumları özel/mahrem olarak tutabilecek insani ve ahlaki değerlerle sahip olmaktır.

Sırf lisede-üniversitede, aynı mahallede, yada aynı cemiyetinin çatısı altında bulunduğunuzdan dolayı bir yetkilendirme başta yetkilendirmeyi yapan için liyakat sorusunu ortaya çıkarır.  Güncel bir örnek olarak ahlakına güvendiğiniz İlahiyat Fakültesi mezunu “bir kardeşimiz”i bir tekno kente yönetici yaptığınızda işler yürümez… İşler yönetici kötü niyetli olunduğu için değil işin gerektirdiği birikim ve tecrübe noksanlığından dolayı aksar. Yeterince bilgili olmadığınız bir konuyu yönetemez, çok kolay manipüle edilebilirisiniz. Ve bu süreçte tek kuruş haram lokma yememişsinizdir ama eksik, geç, hatalı kararlar ciddi maddi manevi kayıplara yol açabilir. Esnaf azıyla ifade edecek olursak “çıraklığını yapmadığın işin ustalığına soyunmayacaksın…” tecrübeyle sabit yapamazsın.

Liyakate göre görevlendirmenin insan ve insanlığın huzuru için İnsanlığın ortak tarihinden ve tecrübesinden yüzlerce örnekle derdimizi anlatabiliriz belki ama biz öncelikle akaidimizden başlayalım isterim.  

Bir ismi de doğruyu yanlıştan ayırt eden, doğru yolu gösteren anlamında Furkan olan yüce kitabımızdan adil olmayı, adalet üzere olmayı emreden onlarca ayet bulabiliriz. Bu ayetlerin çoğunda, “adalet üzere olmak” iman ile direkt ilintilendirilir. Kuran’ı Kerim İmanı soyut bir kavramsallaştırma olarak ifadelendirmez.  “İman edenler, müminler…” dedikten sonra bu kimselerin özelliklerinden bahsederek imanı bir müslüman ve müminin hayatının tam ortasına, onun tavır ve davranışlarının belirleyen en öncelikli paradigma olarak tanımlar. Bu yüzdendir ki Sahabe arasında “amel imandan bir cüz müdür?” gibi bir tartışma olmamıştır. Bu tartışmalar imanı ile ameli arasında kalıp, biraz vicdanını rahatlatmaya çalışan iman iddiasına uyumlu olmayan yaşamları kismen de olsa meşrulaştırma çabalarının ürünüdür. Bu yaklaşım müslümanların hayatında toplumsal ahlak, insanların birbirlerine karşı hakları ve hukuklarına azami özen gösterme duyarlılığını azaltmış, tarihsel süreçte kişinin bedensel arzularını meşru çizgide tutma konusunun daha fazla önemsenmesine yol açmıştır. Belki de meselenin kırılma noktası burasıdır. Kul hakkını ve tek bir bireyin hakkından daha önemli olan kamu hakkını gündeme almak, sorumluluk ve emanet bilincinin iman ile bağını tekrar görünür hale getirip toplumsallaştırmalıyız.

Kelime ve kavramlar hakikati anlatmaktan uzaklaştırılmış, doğru anlamanın önünde psikolojik, toplumsal, tarihsel bariyerler oluşturulmuşsa hak ve hakikaten yana olan insanların yine ve yeniden hakikati yerli yerince konumlandırılmasına çalışmaları gerekir. Son günlerde adil bir toplum özlemi ile ilgili bir siyasetçinin azgından duyduğum bir ifadeye müsaadeyle kullanmak isteriz. “Daha adil bir dünya hayline ömrümüz, gerçeğine canımız feda olsun”  

Biz Kur’an’ın tamamının öncelikle mümin ve müslümanlarca okunmasının elzem olduğuna işaret etmiş olalım.  Onlarca Ayet içerisinden kısa olarak iki ayet ve bir hadisin işaret ettiklerini herkesin ulaşabileceği kaynaklardan derlediğimiz bilgilerle özetin özeti olarak not edelim.

Yüce kitabımız Kur’an Kerim’de Rabbimiz (Nisa58:) Allah size, mutlaka emanetleri ehli olanlara vermenizi ve insanlar arasında hükmettiğiniz zaman adaletle hükmetmenizi emreder. Yine Rabbimiz Nisa Süresinin 135. ayetinde; “Ey inananlar, adaleti tam yerine getirerek Allah için şahidlik edenler olun, kendinizin, ana babanızın ve yakınlarınızın aleyhinde bile olsa, (şahidlik ettiğiniz kimseler) zengin veya fakir de olsalar (adaletten ayrılmayın). Çünkü Allah, ikisine de daha yakındır (onları sizden çok kayırır). Öyle ise keyfinize uyarak doğruluktan sapmayın. Eğer (şahidlik ederken dilinizi) eğip bükerseniz, ya da doğruyu söylemezseniz, muhakkak ki Allah yaptıklarınızı bilir.” buyurmaktadır.

Yine çok meşhur olarak çoğumuzun bildiği münafıklığın (ikiyüzlülüğün) alametleri ile ilgili “Ebû Hüreyre  r.a. den rivayet edilen bir Hadisi şerifte Peygamber Efendimiz Münafığın alâmeti üçtür: Konuşunca yalan söyler, söz verince sözünden cayar, kendisine bir şey emanet edildiğinde hıyanet eder.” (Buhârî, Îmân 24; Müslim, Îmân 107-108)

Nisa Süresi 58 ayetin Nüzul sebebi olarak Mekke’nin fethinde Kabe anahtarının kimlere verilebileceği ile ilgili olduğu tevatür olarak rivayet edilir. Teknik bilgi olarak sebebi nüzul hükmün şümullü (kapsayıcı /herkes için) olmasına engel değildir. Sebebi nüzul ayet(ler)in muradını ve hikmetini daha iyi anlamamızı kolaylaştır.

Hz.peygamber(s.a.)Mekke'yi feth edince Kabe'ye bakan Osman bin Talha kapıyı kilitlemiş, Kabe'nin üzerine çıkmış ve anahtarı vermeyi red ederek: “Senin resul olduğunu bilseydim onu verirdim” demişti. Hz Ali anahtarı zorla ondan aldı kapıyı açtı. Hz resul içeri girerek 2 rekat namaz kıldı. Çıkınca amcası Abbas, şerefli görev olan Kame’nin bakıcılığı kendisine verilmesini istedi.Bu münasebetle 58. ayet nazil oldu. Efendimiz Hz. Ali’ye anahtarı eski vazifeliye vermesini ve  ondan özür dilemesini emretti. Bu olay Osman b. Talha'nın müslüman olmasına vesile olmuştur.

Her müslüman bilir ki müslümanlar için Kâbe’den daha kutsal bir mekan yoktur. Mekânlar ve makamlar ile ilgili bir tasarrufta Peygamberimizin temel öncelikleri mümin ve müslüman olan herkes için örnek ve bağlayıcıdır. Allah Resulünün örnek ve önderliğini kabul etmek bir müslüman için akaid (iman/inanç)  konusudur. Öyle ki aile ve akrabalık bağlarını korumayı tavsiye ve emreden (Rad süresi 25 ve diğer) ayetler ve hadisler bu bağların asla ve kata insanı şirke, günaha, adaletsizliğe sevk etmemesi, haksız uygulamalara gerekçe yapılmaması konusunda, cehennemide hatırlatan uyarıları bulunmaktadır. (ilgili ayet ve hadislerin açıklamaları).

Yukarıda İki büyük hadis kitabından kaynakla verdiğimiz emanete hıyanet etmeyi münafıklık alameti olarak gören hadiste de emaneti sadece eşya ve para olarak sınırlandıran bir anlayış müslümanın ferasetine yakışmaz. Takdir edersiniz ki her görev ve yönetim sorumluluğu her birimizi için bir emanettir.

Kamu adına makam, imkân, bütçe kullanmaktan daha büyük bir emanet olabilir mi? Hadisisin işaret ettiği gibi bu emanete hıyanet edenden daha münafık kimse olabilir mi? Kul hakkından çok daha kapsayıcı olacak şekilde tüm toplumun hakkına giren bir kimsenin bu dünyadaki şerefi, Ahiretteki akıbeti için endişelenmek gerekmez mi?

Uyarı! Yapmış olduğunuz yorumlar incelendikten sonra onaylanacaktır onaylandıktan sonra gözükecektir


Resimlere Tıklayarak Kitap Satın Alabilirsiniz

YAZARLAR