Reklam Görüntülerine Tıklayarak Kitap Siparişi Verebilirsiniz

Suriye’de Üçüncü Yol Diyenler Haklı Mıydı?

Ümit Aktaş, Nuray Mert, İslam Özkan, Ayhan Bilgen, Ömer Faruk Ünsal, Mehmet Bekaroğlu taviryayin.com’da “Suriye’de Üçüncü Yol Diyenler Haklı Mıydı?” başlıklı bir yazı kaleme aldılar.

Suriye’de Üçüncü Yol Diyenler Haklı Mıydı?

Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu’nun 13. Büyükelçiler Konferansı’nda Suriye hususundaki “Muhalefetle rejimi bizim bir şekilde anlaştırmamız lazım” söylemi üzerine “Suriye’de üçüncü yol mu denenecek?” tartışması yeniden gündemimize girdi.

On yılı aşkın süredir devam eden, nihayetinde yarım milyona yakın kişinin hayatını kaybettiği ve yedi milyon civarında kişinin ülkesini terk etmek zorunda kaldığı iç çatışmanın henüz başlarındayken bu çağrıyı yapan kesimler yoğun eleştiriye maruz kalmışlardı.

Henüz 2012’nin Nisan’ındayken o dönem Mazlumder Genel Başkanı olan Ahmet Faruk Ünsal tarafından “Üçüncü Yol: Suriye’ye ve Suriye’de Savaşa Hayır!” bildirisi yayınlanmış ve İslami kesim başta olmak üzere birçok camiadan ciddi tepkiler almıştı.

2013’ün Eylül’üne geldiğimizde ise İslami, sol veya Kürt hareketlerine mensup 33 kişi “Suriye’de Üçüncü Yol Mümkün” isimli ortak bir bildiri yayınlamış ve bildiride şu ifadeleri kullanmışlardı: Her konuda olduğu gibi Suriye’de yaşanan trajedi ile ilgili de iki kanlı yol önümüze konmaktadır. “Askeri müdahaleye karşıysan eli kanlı diktatörden yanasın” deniliyor. Hayır; diktatörlüğü de, diktatörün yaptığı katliamları da reddediyoruz. Aynı şekilde Suriye’nin bombalanmasını, işgal edilmesini de asla kabul etmiyor, çözüm olarak görmüyoruz.”

O dönem ana akım tezlerin karşısında durarak bu çıkışı imzalayan ve destekleyen herkes lince maruz kalmıştı. Aradan geçen yılların ardından ise hükümet bu konudaki politikalarını değiştirmeye yönelik ifadeler kullandı.

Biz de bu bildirilerde imzası olan bazı isimlere ulaşarak hükümetin geç de olsa üçüncü yolu mu denediğini, haklı çıktıkları yönündeki değerlendirmelerle ilgili yorumlarını ve bugünkü durum hakkında ne düşündüklerini sorduk. Ahmet Faruk Ünsal, Ayhan Bilgen, Nuray Mert, Ümit Aktaş, İslam Özkan ve Mehmet Bekaroğlu yanıtladı.

 

Ümit Aktaş:

Öncelikle şunu vurgulamalıyım ki Arap Baharı hareketlerini ortaya çıkaran nedenler, bölge devletlerinin genellikle eleştirdiğimiz ve değişmesini arzuladığımız olumsuzluklarıydı. Bu nedenle Suriye’de de başlangıçtaki gösteriler ve halkın istekleri elbette ki desteklenmesi gereken toplumsal istekleri yansıtmaktaydı. Ancak gerek Türkiye ve gerekse İran, Suriye halkının bu haklı isteklerinin çözümü için olumlu adımlar atacakları yerde, Suriye üzerinde bir hegemonya mücadelesine giriştiler. Buna ABD ve Rusya da dahil olunca, ardından yerel örgütlerin de katılmasıyla bölge adeta küresel güçlerin çatıştıkları bir arenaya dönüştü. Bunun acısını çeken ise Suriye halkıdır.

İşlerin bu şekilde karışacağı daha o ilk aşamada, küresel güçlerin ve örgütlerin müdahilliklerinin öncesinde görülebilmekteydi. Bizim bildiriyi yayınlamamız ise tam da bu aşamada gerçekleşti. O aşamada birkaç iyi niyetli girişimle bu sorun çözülebilir ve günümüzdeki yıkımlar ortaya çıkmayabilirdi. Ama siyasal körlükler kadar hırslar bunun önüne geçince, iktidar ve destekçileri tarafından sizin de belirttiğiniz gibi bir linçe maruz kaldık ve sözlerimiz düşmanca bir girişim olarak algılandı. Oysa birazcık özveri, Suriye halkının bunca ölümlere ve mültecileşmeye yol açan, şehirlerinin harap edildiği günümüz şartlarını önleyeceği gibi, İran ve Türkiye’nin iktisadi ve siyasi iflaslarına giden süreçlerini de önleyebilirdi. Yine de Ak Parti’nin mevcut siyasal tutumunu değiştirerek barışa doğru adımlar atması, önemli ve desteklenmesi gereken bir girişim. Ancak PYD ve ÖSO’nun da dahil olduğu Suriye denklemini bir çözüme kavuşturmak hiç de kolay bir süreç değil. Üstelik bu artık küresel bir sorun; yani bir de ABD ve Rusya’nın dahil olduğu başka bir denklem söz konusu. Umarız yeni çatışmalara ve nifaklara duçar olunmadan bu sürecin yürütülmesi gerçekleşir. Tek dileğimiz barış zira. Rahmetli Cevdet Said’in göremediği barış.”

 

Nuray Mert:

“Doğrusu, o tarihlerde barışçı çabalar öne çıksaydı bir ülke yerle yeksan olmazdı. Ama izninizle bir hatırlatma ve düzeltme yapayım.  O tarihte bildiri hiç de hoş karşılanmamıştı ve sadece iktidar ve medyasından değil her çevreden olumsuz tepki gelmişti. Evet, ‘muhaberat ajanlığı’ gibi ağır ithamlar iktidar çevresinden geldi ama kimse de ‘aman ne güzel bir girişim’ diye alkış tutmadı. Tam tersine, merkez medya Suriye’de iç savaş çıkaran süreci ‘diktatör Esad’ı yıkmak’ adına destekliyordu. Dokuz yıl bizler için dün gibi, gençler için ise uzun bir süre, tüm bunlar unutuldu. Şimdilerde iktidarın U dönüşünü eleştirenlerin bir çoğu da U dönüşü yapmış durumda, üstelik çıkıp öz eleştiri yapan da yok. Oysa farklı davransalar barışçı görüşler ardında ciddi bir kamuoyu oluşurdu, belki iktidar siyasetini değiştirmeye yetmezdi ama eleştirel bir bakış gelişirdi.

‘Kimlerin imzası var’ diye bakarken bir de ‘kimlerin imzası yok’ diye bakın. Kimse mahcup olsun diye söylemiyorum, böyle durumlarda hakim olan tek sese karşı eleştirel bakanlara ‘meczup’, ‘üçüncü dünyacı’, ‘üç beş entel’ gözüyle bakmanın bedelini düşünmek açısından diyorum. İş işten geçtikten sonra, haklı olsak ne olur olmasak ne olur; eskiler “ba’de harab’ül- Basra’ yani ‘Basra harap olduktan sonra’ derlerdi, ben de ‘bade harab’üs-Suriye’ diye bir başlık atmıştım o zamanlar.

İkincisi, o zamanlar sadece Türkiye’deki iktidar değil dünya çapında da ABD önderliğinde Suriye’de rejim tasfiyesi siyaseti itibar görüyordu. Suriye’de silahlı muhalefete karşı çıkan muhalif çevrelere kimse kulak vermedi, o tür 3. yol çabaları karşılıksız kaldı. ABD dış siyaseti ve bölgedeki müttefikleri ‘silahlı muhalefeti’ desteklerken hatta ‘icat’ ederken bizdeki bazı liberal aydınlar neredeyse ‘Özgür Suriye Ordusu’na nefer yazılacak hale gelmişti.  Şimdilerde ‘iktidara muhalefet edenleri incitmeyelim’ diye her şey unutuldu. Doğrusu, demokratik bir gelecek hedefi adına ortaklaşmak üzere gerçekten de bazı şeyleri unutmak lazım. Ama kimse kusura bakmasın, Suriye konusu tam bir insanlık dramıdır ve ben bu konuda bizlere karşı sergilenen tutumları unutmakta zorlanıyorum.”

İslam Özkan:

“Evet haklı çıktık. İktidarın şu anda üçüncü yolu denediği tam olarak söylenemez. Hükümet şu an bir tercih yapma durumunda değil, yapmak zorunda olduğu şeyleri yapıyor. Koşullar çok değişti, 2011-2017 sürecinden artık çok farklı her şey. Rus uçağı düşürüldüğünde zaten Türkiye bir tercih yapmaya zorlanmıştı, bir tercih yapmak zorunda kaldı. O günden bu yana Türkiye, Rusya’nın çıkarlarını ve Suriye planını da göz önünde bulundurmak durumunda. Ama bunu kendi kitlesine pazarlarken sanki özgür bir tercihte bulunuyormuş ya da anti-Amerikancı bir siyaset izliyormuş gibi pazarlıyor.

Üçüncü yol söyleminin isabetli, haklı çıkmasının altında yatan neden; oraya imza atan insanların çok yüksek bir öngörüye sahip olmaları değil, az çok bölgenin ahvaline aşina olmaları ve hepsinden de önemlisi AK Parti ve bazı dindar çevrelerin kapıldığı körlüğe kendilerini kaptırmamalarıydı. Bu da AK Parti çevreleriyle bir çıkar ilişkisine girmemiş olmaları ve iktidara mesafeli yaklaşabilme kapasitesine sahip olmalarından ileri geliyordu. Ben kendimi aydın olarak görmüyorum ama aydın; her zaman kendi ulusal, sınıfsal, cemaatsel, hizbi çıkarlarından azade olabilen, gerekirse vatanperverlik adına yapılan kötülüklere tek başına karşı koyabilme cesaretini kendinde gören kişidir.

Suriye’de kan gövdeyi götürürken barış diyebilen, vicdanının sesine kulak veren insanlardı bu imzacılar. Halkın, her iki tarafın da döktüğü kanın mağduru olacağını söylüyorlardı. O dönemi hatırlarsanız egemen medya “vurun konuşturman” havasıyla iktidarın çizgisine itiraz edenlere anında hain damgasını vuruyordu. Suriye’de hükümet politikalarını eleştiriyorsanız mürted ilan edilmek üzeresiniz demekti. Böyle bir ortamda ses çıkarmak gerçekten cesaret isterdi, bu bildiriye imza atanları ben buradan bir kez daha kutluyorum. Gerçi Suriye’de yaşananlara engel olamadılar ama muktedirler bu sese kulak verselerdi Suriye’de iş bu noktalara gelmez, o kadar insan hayatını kaybetmezdi.”

Ayhan Bilgen:

“Siyaset elbette dinamik bir alandır. Tarihin hiçbir dönemini aynen tekrarlayamazsınız ama Suriye’de esas olan iki büyük gücün vesayet savaşıdır. Taraflardan birisi Suriye’yi yeniden harita dahil olmak üzere dizayn etme arayışındayken diğer taraf da bunu engellemenin, mevcudu korumanın statükosunu esas kılmaya çalıştı. Bu iki tarafın savaşı da sonuçta insanlığa, Suriyeliler başta olmak üzere çok büyük bedeller ödetti.

Burada üçüncü yol aslında toplum lehine, Suriye halkları lehine demokratik değişimdir. Bu, mutlaka bir iç savaşla gerçekleşir iddiası çok ağır bir fatura ortaya çıkardı. Biz bu nedenle, ısrarla ve kararlılıkla şunu savunmalıyız: Evet, Suriye’de bir değişime, bir dönüşüme ihtiyaç var. Bütün halkların, inançların temsil edilebildiği bir anayasaya ve hakkaniyete dayalı bir seçim sürecine ihtiyaç var ama bir bölünme ve bitmeyen iç savaş bunu kolaylaştırıyor mu yoksa zorlaştırıyor mu? Bu anlamda üçüncü yaklaşım hala önemli bir ihtiyaç ve Suriye için kaçınılmaz en insani çözümdür. Bütün ülkeler bu üçüncü yolu kolaylaştırdığı takdirde kan bir an önce duracak ve göçten kaynaklı mağduriyetler de son bulacaktır.”

Ahmet Faruk Ünsal:

“Orada mesele sadece halkın meşru taleplerini dile getirdiği bir itiraz olmaktan çıkıp Ortadoğu’nun genel dizaynına dokunan bir duruma dönüştü. Biz Mazlumder olarak camiada bunu en erken okuyan kurum olduk ve o dönem “Suriye iç savaşı, İslam’ın iç savaşına dönüşecek” demiştik. Baştan beri Türkiye’nin burada çatışmayı değil barışı ve masayı kuran taraf olmasını teklif ettik.

Halkın, haklı taleplerini dile getiren ama aynı zamanda meselenin buraya evrilmesini engelleyecek bir yerde durduk, sözlerimizi oradan kurmaya çalıştık. “Üçüncü Yol: Suriye’ye ve Suriye’de Savaşa Hayır” bildirisi, 2012 Nisan’da ilk defa bizim tarafımızdan dile getirildi. Diğer bildiri de Mazlumder’in bildirisinden çok sonra yayınlandı. Biz hem kendi camiamızda hem de Mazlumder içinde aforoz edilmiştik. Dolayısıyla bu üçüncü yol bildirisiyle ilgili bir mesele dile gelecekse kadirşinaslığın gereği olarak Mazlumder’in ve o günkü yöneticilerinin hakkını teslim etmek lazım.

Biz bunu dile getirdiğimiz zaman hem dernek içinden bir kesim – benim Fatih İslamcılığı dediğim, 657’ye tabi İslamcılık, yani siyasal iktidarla menfaat ilişkisine girmiş İslamcı grupların dernek içindeki temsilcileri- hem de camia bizi mezhepçilikle suçlamaya başladı.

Şimdi siyasal iktidara şunu sormak lazım; madem bu noktaya gelecektin, bu kadar ölüme, yıkıma, toplumlar arası birbiriyle düşmanlaşmış bir Suriye’ye niye yatırım yaptınız? Niye makul sesleri boğmaya çalıştınız? Niye İslam’ın iç savaşına taraf oldunuz? Biz bugün maalesef Sünni ve Şiilerin birbirlerini Müslüman olarak görmediği bir noktaya geldik. Bu böyle değildi eskiden. Bakın, Pakistan bile kuruluşu itibariyle bir İslam Devleti’dir. Kurucusu olan Cinnah Şiidir ve üstelik Şiiliğin en muteber olmayan kolundan, İsmaili kolundandır. Eskiden İslam dünyası bu işlere bu kadar takılmazdı ama maalesef Suriye savaşı, mezhep hesaplaşmalarını tekrar gündeme getirdi. Bence hükümetin de burada çok büyük günahı var. Bugün gelmiş olduğu noktayı doğru bulmakla beraber neden bu kadar geç bu noktaya geldiklerinin hesabını bir kenara yazıp sormamız gerektiğini düşünüyorum. Yani böyle bir dünya yok, siz bir ülkenin mahvolmasına yatırım yapacaksınız, yüz binlerce insan ölecek, ülke nüfusunun yarısı muhacir olacak, ülkedeki Kürtler – Araplar – Aleviler – Sünniler birbirine daha da düşman olacak sonra da kalkıp “biz barış istiyorduk, zaten Esad’ı devirmek istemiyorduk” diyeceksiniz. Çıkıp kendileri demedi mi “biz Esad’ı devirmek için ordumuzu Suriye’ye soktuk, şurada cuma namazı kılacağız” falan filan. Şimdi de yalana sığınarak hepimizin hafızasız olduğunu sanıyorlar. Hafızayı sağlam tutmak lazım, hafızayı sağlam tutarsak yalanlarını deşifre ederek iktidarlarını sürdürmelerine engel oluruz.”

Mehmet Bekaroğlu:

“Hatırlayalım; Suriye için 3. Yol bildirisi yayınlandığında iç savaş bütün acımasızlığı ile devam ediyordu, on binlerce insan ölmüş, milyonlarca insan da evinden yurdundan edilmişti. Daha vahimi; Suriye yönetiminin kimyasal silah kullandığına dair iddialar vardı. Bu iddialar nedeniyle Irak’takine benzer bir dış müdahale gündemdeydi. Bir başka endişe verici durum da Türkiye’nin Suriye’deki iç savaşa her gün daha çok müdahil olması söz konusuydu.

İnsanlar ise soruna siyah beyaz şekilde bakıyordu. Bir grup; Suriye’deki isyancılara özgürlük savaşçısı diyerek onları yüceltiyor ve her türlü desteği veriyordu. Diğer gurup ise isyancılara terörist diyor ve Suriye yönetimini kayıtsız şartsız destekliyordu. Ülkelerin konumu da aşağı yukarı bu şekildeydi.

Biz üçüncü yol bildirisini yayınlayanlar özetle şunu demiştik:

“On yıllardan beri diktatörlüğün baskıları altında yaşayan Suriye halkının, özgürlük ve adalet talebi ile başlattığı barışçıl gösteriler, sabote edilerek, ülke kısa sürede kanlı hesaplaşmalar ve vekâleten savaşların arenası haline getirilmiştir…

Şimdi de sorunun dışarıdan yapılacak bir askeri operasyonla çözüleceği iddiası ile karşı karşıyayız. Bu iddia inandırıcılıktan yoksundur; muhtemel bir müdahale masumların ölmesini durdurmayacak, aksine bölgedeki yangını büyütecek, kaosu daha da derinleştirecektir.

İki yanlıştan bir doğru çıkmaz; Suriye’deki ateşi daha büyük ateşler söndüremez; Esad rejiminin belini bükecek sınırlı bir müdahale de, Esad’ı devirecek bir işgal de çözüm değildir…”

Biz olanlardan hareketle olması gerekenleri işaret etmekten başka bir şey yapmadık. Önerimiz ise şöyleydi:

“İhtiyaç duyulan, derhal ateşkes ve barış görüşmelerinin başlamasıdır. Daha fazla zaman ve kan kaybetmeden, tüm tarafların katılımı ile demokratik bir seçim ortamının hazırlanmasına odaklanılmalıdır…

Başta Türkiye ve İran olmak üzere tüm bölge ülkeleri dış politika yönelimlerini gözden geçirmek durumundadır. Türkiye ve İran, anlamsız üstünlük ve güç mücadelesini terk etmeli; bölge halkı onlardan çatışmaların tarafı olmalarını değil çözümün aktörleri olmalarını bekliyor. Derhal barış masası kurulmalı ve tüm taraflar, çözüm üretmeden kalkmamacasına bu masaya oturmalıdır…”

Haklı çıkıp çıkmadığımıza insanlar karar versin. Suriye ile birlikte tüm bölge ülkeleri ağır bedeller ödüyoruz, bugün gelinen yer de ortada. Keşke o zaman bir şeyler yapılabilseydi. Bence bugün yapılacak işler o zamankinden farklı değil. Anahtar ülkeler Türkiye, Suriye, İran ve elbette Mısır. Derhal, biri çıkıp -bu biri niye Türkiye’yi yönetenler olmasın?-  bu ülkeleri toplasın ve başta Suriye iç savaşı olmak üzere bölge sorunlarını tek tek çözsün, coğrafyamıza barış gelsin. Bu son cümle, 2003 yılında kurulan Doğu Konferansı’nın bölge ülkelerini gezerek anlattıklarının özetidir.”

 

Kaynak: Farklı Bakış



Uyarı! Yapmış olduğunuz yorumlar incelendikten sonra onaylanacaktır onaylandıktan sonra gözükecektir


YAZARLAR

Resimlere Tıklayarak Kitap Satın Alabilirsiniz