Reklam Görüntülerine Tıklayarak Kitap Siparişi Verebilirsiniz

Siyasetin bidayeti ve “bize özgü” parti kategorilerine bir değini…

Türk siyasetinde; ideolojisi(kimliği) olan ve hizmete de talip parti kategorisi ile her şeyden ziyade, salt ekonomik sorunların çözümü için ortaya atılan partileri içeren iki ana kategori söz konusu…

Siyasetin bidayeti ve “bize özgü” parti kategorilerine bir değini…

Sait Alioğlu Yazdı;

ir gaza devleti olarak kurulan Osmanlı’nın ilk dönemlerinde, devlet katmanından halka katmanına doğru yönetim şeklinin, pür İslami bir çehreden ziyade, eski Türk geleneğine bağlı olarak örfe uygun bir yönetim şeklinde vücut bulduğu bilinmektedir.

Bu tür bir yönetim şekli, ilk dönem Müslümanları(Araplar) istisna kılındığında, İslam beldelerinde kurulan devlet yapıları için geçerli olarak elde tutulmuştu.

Yine, kendine özgü değerler skalası içerisinde ve aynı zamanda konuşlu bulunulan coğrafyanın, kültürün vb. öteden beri getirdiği bir anlayışa havi olduğu izahtan varestedir.

Devletsel yapı, kabileden aşirete, oradan boy’a vs. olacak şekilde oluşmuş ve aynı ülkü etrafında bir araya gelinerek oluşan toplumsal yapıların devlet şekli de büyük oranda, tevarüs ettirilen anlayış içerisinde neşvünema bulur. 

Dört halife sonrasında, o da kendine özgü Arap geleneğine uygun bir temele oturtulan Emeviler vb. kendi dönemlerinde Sasani ve Roma örneğini baz alıp hilafeti saltanata dönüştürmüşlerdi.

Daha sonra kurulup da Müslümanları yönetme iddiasında bulunan birçok devletin, saltanat şeklini tercih ettiğini, ama “İslam adına” meşruiyet bağlamında ise hilafeti de kullanma yoluna gittikleri görülmektedir.

Siyaset bağlamında, Hz. Peygamber(s) ve ilk dört halife sonrasında ortada elle tutulur bir formun olmadığı, ama bunun yanında, saray mollası olarak tarafını yöneticilerden yana yapan epey kişinin, işleyişin devamı için adına genellikle “Siyasetnâme” denilen eserlerin kaleme alındığını ve halkın(reaya, teba’a) bu eserlerde konu edilenler üzerinden yönetildiği bilinmektedir.

Sözde ortada siyasetnâme adlı eserler var, bunlar bir nevi anayasal metinler olarak elde tutuluyordu, ama ortada yönetenden ziyade yönetilenin es geçildiği, ama esas yükünde onların omuzları üzerinde olduğu yönetsel yapılar söz konusu idi.

Halka yönelik olmaktan uzak bir oranda; ya aşiret skalası içerisinde beylerin, emirlerin, mirlerin, paşaların, bir de “pek de bağımsızlıkları bulunmayan” âlimlerin vb. görüşlerine başvurulan divan toplantıları, ya da başka unsurların yardımıyla karmaşık hale gelen görece gelişmiş yapıların geniş boyutlu olan, ama yine de halkın görüşünün alınmadığı istişare toplantıları bağlamında devlet yönetiminden bahis açılabilir.

Bu durum, zaman içerisinde eski hallere kıyasla farklılaştığı halde, yönetilenlerin hiçbir zaman dikkate alınmadığı ve dahi içerisinde bulunmadığı bir vasatta ta modern dönemlere kadar sürüp gelmişti.

Batı’da, aydınlanma felsefesine bağlı olarak ideolojik kulvarda paradigmal bir şekilde hemen her alanda kendini ortaya koyan modern argümanların, Batı’yı da aşıp tüm dünyayı kapsamasına koşut olarak Osmanlıyı da kendi etkisi altın almış oldu.

Modernleşme sonucumda, “halkın yönetime dahil olması/edilmesi” çerçevesinde ilan edilen 1. Meşrutiyet’te açılan, ama sultan’ın ani bir karartıyla kapatılan meclisin, bu kez otuz yıl sonra(1908) ilan edilen II. Meşrutiyet’le birlikte tekrardan faaliyete başlaması sonucunda Osmanlı tebaası siyaset unsuru ile tanışmış oldu.

Bu arada, II. Meşrutiyet’in ilanı ile birlikte, Osmanlı toplumunu oluşturan çeşitli toplumsal kesimlerin(dini, etnik, kültürel vs.) geleceğe dair umutları hasıl olmuştu.

Bu umutların en önemlisi, en başta her toplumun, tüm toplumsal kesimlerin katılımı ile birlikte kendi toplumları, toplulukları adına siyaset yapabilme, o yolla –yani siyaset kanalıyla- kendi hak ve hukuklarını teminat altına alma düşüncesi idi.

Bunun böyle olacağı ve süreceği düşünülürken, siyasetin, tüm toplumsal kesimler için yapılacağı her kesimin “devlet nezdinde” elde edeceği düşünülen haklar, ani bir otoriter  siyaset ve yönetim yoluyla İttihad ve Terakki’nin(İTC),, salt Türk unsurunu baz alındığı ve onun “hakimiyeti” üzerinden toplumsal bir düzenlemeye tevessül edildiği görülmektedir.

Osmanlı’nın son döneminde kurulan bu yapı üzerinden kendine alan bulan bu tekçi siyaset anlayışının, cumhuriyet’le birlikte CHP’ye miras kaldığını söylemeye dahi gerek yoktur.

Ondan sonraki siyasal süreç herkesin malumu…

İTC’den miras kalan ve adına, gayr-i Müslim azınlıkların yok sayıldığı, etnik açıdan Türk olmayan Müslüman unsurların ise, Türkleştirilmeye çalışıldığı bir vasatta siyasette bu olan bitenden nasibini almış oldu.

Kazara, bir değişim sonrasında yönetim anlamında CHP’nin yerine geçme ihtimali olan herhangi bir partinin –daha doğrusu dönemin DP’si- ulusalcı reflekslere sahip olması ve o yol üzere yürümesi öngörülmüştü.

Bu konuda, hiçbir zaman anayasada vb. metinlerde buna dair bir done bulunmamış olmasına rağmen, yürürlükte bulunan Türk siyasetini okuyabildiğimizde, satır aralarında, o da teamülen kurulacak, siyaset yapacak ve en nihayetinde “toplumu devlet adına” yönetecek olan partilerin bu hususa dikkat etmesi de o teamül gereği içselleştirilmiş bulunduğuna şahit olacaktık.

Bu anlayışın ve uygulamanın birçok örneğinin bir kısmının AK Parti döneminde ortaya konan uygulamalarla ortadan kalkmış olduğu görülmektedir.

Örnek olarak; her iki taraf açısından adeta ideolojik duruş ve tavır olarak okunabilecek olan Ayasofya mevzuunun artık tartışılan bir mevzu olmadığı, mes’eleyi izah sadedinde verilebilir.

Bu bağlamda değişen ve halen değişmeyen mevzuları, adeta bir kadercesine bizlere dayatılan ulusalcı saikler üzerinden bir çırpıda sayabiliriz.

Aslında pek değişmeyen, ama az da olsa değiştiği gözlemlenen bu duruma baktığımızda, hangi temeller üzerine oturtulduğu da kendiliğinden ortaya çıkacak olan cumhuriyet’e atfedilen işleyiş baz alındığında, siyaseten iki parti kategorisi ile karşılaşırız.

Bu ilk kategori ulusalcı kategori olup buna, maksadını es geçmeden söylersek “millici/milliyetçi” kategoride denilebilir.

Birçok parti, kendini, zihinsel anlamda yaklaşmış oldukları bu kategori içerisinde değerlendirecek olsa da, buna son raddede, kendilerini var olan devletin sahibi olarak gören kesimin vereceği kararın etkili olacağı/olduğu bilinmektedir.

Bu bağlamda, ulusalcılık –ve dahi milliyetçilik- açısından kendini bu çerçevede gören MHP’nin dahi, kendilerini devletin sahibi olarak gören kesim(Beyaz Türk) tarafından kabul edilmediği de izahtan varestedir.

O da, MHP’nin gerek bir dönemler taktik açılardan, şimdilerde ise “Türk’ün yaşamsal meşruiyetinin” İslam’la kaim olduğun gerçeğine binaen beyaz Türk kategorisinde mütalaa edilmeyiş dahi, olan biteni tüm çıplaklığıyla ortaya koymaktadır.

Düşünün; MHP’ye bağlı parti teşkilatlarında ve ocaklarında İslami ilimlerin tedris edildiğini, Kur’an, tefsir ve hadis çalışmalarının başla(tıl)mış olduğunu; bu dahi onu “kara Türk” safında bulunulmasını öngörmekte ise, ulusalcılığın, siyaset sahnesinde kendi yerini tahkim ettiği kabul görecektir.

Bu, aynı zamanda, ulusalcı olarak anılmadıkları ve politikalarını da o minvalde değil de, o da kıyısından köşesinden İslam’la buluşturuyor ise, o siyasi yapıların “ideolojik olarak” devlet katında bir geçerliğinin bulunmadığı anlamına gelir.

Artık gerisini varın siz düşünün…

Genel anlamda bu minvalde sayılabilecek partileri bilumum, o da kendine has “ideolojisi olan partiler” kategorisinde değerlendirebiliriz.

Bu böyle olmakla birlikte ve devletli “ulusalcı” zevatın itirazına rağmen kendini tanımlayan ideolojiye sahip partiler, kendi anlam skalası içerisinde hiçbir zaman iktidarda bulunmayacak/bulunmamış olsalar da, kendi tabanlarını ayakta tutup onları çeşitli sebeplerle konsolide edip onları uzun bir dönem elde tutabilme becerisini gösterebilirler.

O tür partiler var olan ideolojik kimlikleri üzerinden siyaset sahnesinde varlıklarını sürdürebilirler. Türkiye siyaset tarihi bir açıdan bu durumda bulunan partilerinde tarihidir. Somutlaştırmak için sıralarsak; CHP, MHP, BBP, SP; YRP ve DEM Parti vb. bu kategori içerisinde mütalaa edilebilir.

Yine bu partilerin 31 Mart’ta yapılan yerel seçimlerde elde edilen sonuçlara bakıldığında, bir nevi “ekonomik işler partisi” kategorisinde değerlendirilecek ve o da yola çıkıldıktan sonra kendini ideolojik açıdan “muhafazakâr demokrat” olarak tanımlayan, ama o tanımının dahi izahı dahi bir hayli güç olan AK Parti’nin, bunca emeğine ve iktidar tecrübesine rağmen seçimlerden yenik çıkması başka nasıl izah edilebilir?

Normal şartlarda düşünüldüğünde, altmışlarda başlayan ve 12 Eylül dönemine kadar başat bir unsur olan ideolojik durumların, o darbenin(12 Eylül) yapılışının önemli bir gerekçesi olan “ideolojisiz hayat” –aslında onun yerine liberalizm öngörülmüştü- kendine toplumsal planda bayağı bir yer edinmiş oldu.

Tamam, yukarıda da belirttiğimiz üzere ideolojilere kapı gösterilmişti, ama onun yerine inanç bağlamından ziyade, toplumun tüketim kölesi haline getirildiği bir vasatta, bu kez belli bir kesim için        “bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler” esprisine dayalı farklı bir ideolojik kulvara girilmişti.

Sözde diğer ideolojilerin sertliği ve haşinliği karşısında liberalizmin aldatıcı özgürlük söylemi pek göze çarpmamıştı.

İşte, başlarda DP(Demokrat Parti) ile siyaset sahnesinde kendine yer bulan adeta “ekonomiyi ancak ben kurtarırım” mottosu ile hareket eden, birçok sorununu çözümünü(Kürt sorunu vb) ise “devlete havale eden” sağcı partilerin kahir ekseriyeti, oluşturulan algıya binaen “sert ve haşin” ideolojilerin yerine, zenginlik ve refah vadeden bir ideolojik söylemin oluşumuna katkı sunmuştu. 

O arada, halka az bir şeylerin verildiği, oluşturulan “yeni” mutlu muhafazakâr azınlığın ihya edildiği bir vasatta ise, kimlik içeren ideolojilerin değil de, kimliksizliğin revaç bulduğu söylenebilir.

Diğer ülkelerde böyle midir, bilemeyiz, ama bizim ülkede kendine, o da devletin ve milletin bekası adına, milliyetçilik –buna ulusalcılıkta denilebilir- ideolojisini baş tacı eden bir partinin, bu beka mes’elesine ısındırılan bir parti ile aynı çatı altında bulunması, galiba pür ulusalcı partinin, o alanda kendine rakip kabul etmediğinin bir nişânesi olarak okunabilir.

Böyle olmakla birlikte, kendine has “ideolojisi olan” bir parti ile kendi ideolojisini yolda devşiren bir diğer partinin bu ittifakı ne zamana kadar sürebilir; şimdiden kestirmek zor.

Bunun yanında, kendi ideolojisini/paradigmasını yola çıktıktan, o da konjönktürel durumlara baktıktan sonra elde eden bir partinin geleceğine dair neler söylenebilir? Bu da peyderpey cevap verilmesi gereken bir durumu işaret etmektedir.

Belirgin bir ideolojik/paradigmal/inanç durumu karşısında, flu olup o da var olan konjönktüre, iç ve dış durumlara, sebeplere bağlı olarak elde edilen/edilmekte ve edilecek olan ideolojik durumların sağ kitleyi nereye kadar götüreceği; olası durumların kime ne kazandıracağı ve neler kaybettireceği sorusu önem kazanmaktadır.

AK Parti’yi iktidara taşıyan ve onu bunca yıla ve bunca yapılan birçok başarılı duruma rağmen, yenilgiye iten sebebini ideolojisizlik ve flu bir kimlik örgüsü içerisinde okuyacak olmamız mes’eleyi vüzuha kavuşturacaktır. 

 

 



Uyarı! Yapmış olduğunuz yorumlar incelendikten sonra onaylanacaktır onaylandıktan sonra gözükecektir


YAZARLAR

Resimlere Tıklayarak Kitap Satın Alabilirsiniz