Reklam Görüntülerine Tıklayarak Kitap Siparişi Verebilirsiniz

Sahada Kim Var

Ümit Aktaş Yazdı;

Sahada Kim Var

Birçoğu Avrupa’da yetişmiş veya Avrupa takımlarında oynayan Millî Takım oyuncularının bir takım haline gelemeyen on biri, hiçbir başarı elde edemeden elendi Avrupa şampiyonasından. Tek başlarına iyilikleri tartışmasız olan oyuncuların bu dağınıklığı ve sahada adeta ne yapacağını bilemeyen bir eda ile koşuşturmaları, ister istemez sahada “eksik olan ne?” sorusunu akla getirmekteydi. 2002’deki Dünya Kupasında üçüncülüğü elde eden takımdan sadece Şenol Güneş vardı sahada. Düşünmeden edilemiyor, yirmi yılda ikinci bir teknik direktör neden yetişmedi diye. Ve yine, bir takım olma ahenginden yoksun bu nitelikli oyuncuların amaçsızlıklarının, artık yorulmuş ve belki de futboldaki gelişmelerden uzak kalmış bir teknik direktör eksikliğinden kaynaklanmış olabileceği de akla ilk gelenlerden.

Genel olarak da içerisinde bulunduğumuz toplumsal durum, her alanda bir tıkanmışlık ve buna bağlı heyecanını olduğu kadar cesaretini yitirme duygusunu da ele vermekte. 2001 yılında kurulan ve 2002 yılından beri Türkiye’yi yönetmekte olan Recep Tayyip Erdoğan’a bakınca da aynı soru geçmiyor mu zihnimizden? Yılların yorgunluğunu omuzlarında biriktiren, siyasetin ve ülkeyi yönetmenin o yoğun karmaşası içerisinde kendisini yenilemeye fırsat bulamayan birini sorgularken, meselenin bu yönünü de dikkate almak gerekmiyor mu? Baş(ba)kanlığın belli sürelerle (on yıl ya da iki dönem gibi) kısıtlanması da, bu tür bir tecrübenin mahsulü olsa gerek.

Toplumumuzdaki bu aslında her alanda yeni ve alternatif isimler yetiştirme sıkıntımızın dayandığı sebepler nereye dayanıyor? Dolayısıyla da üzerinde asıl düşünülmesi gereken, “sahada kim var?” sorusundan ziyade, “sahada eksik olan ne?” sorusu değil mi? Belki de temel sorun, öne çıkmayı ve yetişmeyi güçleştiren bir piramidal toplumsal ve siyasal kurgunun baskıcı koşullarında; yüreklendirilmek yerine cesaretleri yitirilen ve kaybolan ya da yeteneklerinin dışındaki alanlara savrularak sıradanlaştırılan o gizli yetenekleri kazanmaktan ziyade bastırmaya dayalı bir kültür ve eğitim tarzımızda.

Demokratik siyaset ise sadece iktidar partisi (ve hatta partiler) üzerinden sorgulanamaz ve yargılanamaz elbette. Belki ve hatta kuşkusuz daha da önemli olanı muhalefet partileri, sivil toplum ve oradaki siyasal aktörlerdir. İktidara yönelik eleştiriler, sıkıştırmalar, sorgulamalar ve hatta yeri geldiğinde yol göstermeler bir yana, iktidar partisinin ülkenin sorunlarını artık çözümleyemediği ve hatta yönetim inisiyatifini yitirdiği şartlar karşısında ortaya yeni bir umut ve ufuk çıkaramamak da muhalefetin sorumluluğu değil mi? Bu kadar uzun dönem yaklaşık aynı kadrolarla ülkeyi yöneten bir iktidarın, ülke sorunları karşısında ister istemez tıkanması ve çaresizleşmesi (ve hatta yozlaşması) anlaşılabilir olsa da, muhalif partiler yumağının bu tıkanma karşısında toparlanamayışı, toplumu daha da çaresizleştirmekte. Bu gibi durumlarda bakışlarımızın takıldığı birkaç insanla sınırlı arenaların bu ıssızlığı, toplumla arenalar arasındaki geçişimsizlikleri de ele vermekte değil mi? Bu durum, sözgelimi salt bir oyun veya vakit geçirme aracı olarak kullanılan akıllı telefonların kötüye kullanımı gibi, neredeyse salt bir seçim biçimine indirgenerek tüm olumlulukları budanmış, bu indirgenmişlik ve hor görü nedeniyle de verimsizleştirilerek araçsallaştırılan demokrasiye karşı hoyrat tutumumuzla da ilgili değil mi?

Geçen haftaki yazımda söyleşisinden söz ettiğim Hamit Bozarslan’ın oldukça doğru bir tespiti vardı; Osmanlı halkının iktidar karşısında reayalaş(tırıl)masıyla ilgili. Otokrat bir yönetim için bu, egemenin elini kolunu rahatlatması açısından olumlu bir durumdur belki.  Ama demokratik bir yönetim açısından hiç de olumlu değildir bu durum. Zira demokrasinin tüm olumluluğu, toplumsallığı etkinleştirmesine, toplumsal süreçlere katılımı ve seçenekleri artırmasına ve çoğulculaştırmasına dayanır. Bu nedenle değil midir ki çağımızın bilgesi Aliya İzzetbegoviç, diktatörlüğü, günahları yasaklasa da ahlaksız, demokrasiyi ise günahlara izin verse de ahlaklı ve olumlu bir yönetim biçimi olarak tanımlamaktadır. Ne var ki Türkiye’nin, bir türlü biçimsel koşullarını aşamadığı demokrasiyi otokrat bir mantıkla sürdüregeldiği de bir vakıa. Sistem hiçbir demokratik teamülü işletmediği ve alabildiğine kısıtladığı için, halk da başını o bin yıllık reaya pozisyonunun üzerine yükseltememekte. Yükseltmeye kalktığında da buna bin pişman edilmekte. Zaten son Anayasa değişiklikleriyle de, yıllar yılı MGK’ların gölgesi altında sürdürülen bu otokratik durum, cumhurBaşkanlığı sistemiyle yasallaştırılarak, sistem bu açıdan yeniden otokrat yönetim geleneğine yakınlaştırılmış durumda.

Ne var ki tabiatın boşluk kabul etmediği gibi, iktidar kadar muhalefetin de eksik bıraktığı yerlerde bu boşluklar, başka güçlerce doldurulmakta. Ak Parti iktidarının ilk döneminde Fetullahçılar tarafından ikame edilen iktidar boşlukları, şimdilerde milliyetçi cephenin çeşitli güçlerince doldurulmakta. Ve hatta yeri geldiğinde muhalefet eksikliğini bile yine bu güçler ikame etmekte. Fetullahçıların yeraltına çekilen muhalefeti yanında, şimdilerde Sedat Peker, dışlandığı koalisyona karşı açık ve aktif bir söylemle, iktidar çevrelerinin kirli ilişkilerini deşifre ederek muhalif bir pozisyonu üstlenmekte. Dolayısıyla bir suç örgütü lideri, üç aydır sürdürdüğü video ve twitter mesajlarıyla, Türkiye siyasetinin baş aktörü haline gelmiş durumda. 

2002’nin başarılı teknik direktörü Şenol Güneş nasıl ki artık sahaya bir ahenk kazandıramıyor, rakiplerindeki yeniliği kavrayamıyorsa, görünen o ki Erdoğan da artık sahaya hâkim olamıyor; “dini imanı olmayan para”yı çoğaltmak için güç odaklarına ve hatta suç örgütlerine açılan, toplumun ise eksiltildiği saha üzerindeki denetimini giderek kaybediyor. O da izinde yürüdüğü “Gazi” gibi, dürüstçe bir dindarlığın kazanmaya, kalkınmaya engel olacağı zannıyla, geniş toplumsal kesimleri iktisat kadar siyasetten de dışlayarak, bu alanları profesyonel güçlerin egemenliklerine hasretmekte. Gerçi iktisat okumuş olsa da, ne ahi ocaklarından, ne de Max Weber’den ve Sabri Ülgener’den haberi bulunmakta. Hem bulunsa ne olacaktı ki? Kendi itirafında da olduğu gibi salt doğal ve tarihsel güzelliğine el sürmenin bile bir ihanet olduğu İstanbul’u bir gökdelen cangılına dönüştürürken, her fırsatta atıfta bulunduğu Turgut Cansever’in projelerine gözünün ucuyla bile bakmamıştı. Zira biri çevrenin, kültürün ve estetiğin, öteki paranın, gücün ve şaşaanın peşindeydi. Ne var ki para her halükârda ve farklı yollarla da kazanılabilirse de, hortumlarla çekilerek yok edilmeye çalışılan müsilaj görüntülerinin silinmeye çalışıldığı Marmara’nın kırk yıl önceki berraklığını ve temizliğini bir daha geriye getirmek de artık mümkün değil.

Daha da kötüsü, hatta kültürel iktidar eksikliğinden bile kötü olanı ise, ahlaki kirlenmişlik. Öyle ki Sedat Peker gibi şöhretini kirli işlerle iştigalden kazanmış birinin bile artık gına getirdiği bir kirliliğin merkezinde, o vıcık vıcık ilişkiler ağının ortasında, sanki her şey güllük gülistanlıkmış gibi etrafa samimiyetten uzak gülücükler dağıtılmakta. Birazcık ve hatta bir ucundan aralanan bu görüntüler hakkındaki birkaç twitt bile kaosun ne kadar yakın olduğuna işaret etmekte. Ahlaki değerlerden kopmaksızın yürünmesi gereken bir yolun daha en başında ve iktidara musallat olan, dahası davet edilen iş bitiricilerin hatırına, en muteber insanlar ve değerler “paranın dini imanı olmaz” denilerek, bir kenara konulmuştu. Adalete ve barışa dayalı olarak sürdürülebilecek bir siyasal strateji yerine ise, Makyavelist bir düstur yeğlenmişti: kurtluk ve tilkilik.

Ne var ki araçsal her stratejinin bir kullanım süresi vardır ve burada da artık işler sarpa sarmakta. Zira fütursuzca dağıtılan güç, bir süre sonra farklı çıkarların çatışmasına yol açmakta ve kitle manipülasyonu için eldeki araçlar ise kullanıla kullanıla kullanılırlığını yitirmektedir. Üstelik kendinizin bile inanmadığı sözleri söylemenin bile bir miadı vardır. Tıpkı Şenol Güneş’i anlamayan yeni kuşak oyuncuların dağınıklığı gibi, bu sözlerin ve stratejilerin yeni kuşaklar üzerindeki etkisi bir dağınıklık ve savrulmadan ötesi değildir. Kitle manipülasyonu ise, Gezici veya Fetullahçı korkuların yanına, arzu üretimini de eklemeyi gerektirmektedir. O zaman ise sürekli bahisleri yükseltmek, artık rant alanlarının sınırına gelinen, köprüler ve geçitlerle yamalanmış İstanbul Boğazının yanına, bir de kanal eklemek gerekecektir.

Tek şansı ise, neredeyse hepsi de kendi kuşağına mensup olan muhalif parti liderlerinin de yenilikçi söylemler, stratejiler ve demokrasi üretme konusundaki yetersizlikleri ya da cesaretsizlikleridir. Hemen her parti de tıpkı kendi tarzında olduğu gibi otokrasiye eğilimli ve demokrasiden uzaktır. Hatta kendi ortağı bile, sırf bu ortağın gönlünü tatmin etmek için haksızca meclisten koparılarak hapse tıkılan Ömer Faruk Gergerlioğlu’nun AYM tarafından tahliye edilmesi karşısında, AYM’yi bile terörü desteklemekle suçlama noktasına gelirken, aslında demokrasinin olmazsa olmaz koşulu olan güçler ayrılığı ilkesinden, hukuktan ve adaletten ne denli uzakta olduğunu ortaya koymakta. Çünkü AYM, tam da iktidarın denetlenmesi ve haksızlıkların önlenmesi için kurulmuş ve iyi kötü bu niteliğini koruyan istisnai kurumlardan birisi.

Tabi demokrasi derken artık demode olmuş biçimsel bir seçimli sistem tarzından bahsetmiyorum. Halkın her açıdan etkinleştiği, toplumsal süreçlere katıldığı ve çoğulculaştırıldığı; J. Ranciere’in deyimiyle “sessizlerin bir sese kavuştuğu” bir etkinleşmekten; toplumsal tabana dayalı bir örgütlenme ve bunun halkın gerçek ihtiyaçlarıyla bütünleştirilmesi cesaretinden söz etmekteyim. Halkın çocuk yerine konularak, bilgi sahibi ve hakkı olması gereken noktalardaki en basit işleyişlerin bile “devlet sırrı” diye kendisinden saklandığı bir demokrasi tiyatrosundan değil; toplumsal sorunların çözümlendiği müzakereci ve barışçı süreçlerden.

Devamı >>>



Anahtar Kelimeler: Sahada

Uyarı! Yapmış olduğunuz yorumlar incelendikten sonra onaylanacaktır onaylandıktan sonra gözükecektir


YAZARLAR

Resimlere Tıklayarak Kitap Satın Alabilirsiniz