Reklam Görüntülerine Tıklayarak Kitap Siparişi Verebilirsiniz

MUHACİR DOKTOR

Eğitimci yazar Adil Akkoyunlu’nun, Özgün İraede Dergisi’nin 185. Sayısında yayımlanan yazısı…

MUHACİR DOKTOR

Hazan… Yaprak dökümü mevsimi…

Kış olsaydı; “Soğuk aldı, üşüttü.” diyecektik. Yaz gribi dedi bazıları. Geçmedi. Grip olsaydı, bu kadar sürmezdi. Ateşi vardı, öksürüyordu, ağlayıp duruyordu bebeğimiz. Durmadan bize gülücükler atan o tonton yavrumuz, gül gibi soldu. Zayıfladı, esmerleşti. Karga yavrusuna döndü.

İlk çocuğumuz Ahsen’den bahsediyorum. Henüz sekiz aylıktı. Götürmediğim hastane, doktor, kullanmadığımız iğne, ilaç kalmadı…
“Bir de Muhacir Doktor görsün.” dediler. Söylediklerine göre; birçok doktorun anlayamadığı hastalığı o biliyormuş. Suriye’den gelmiş.
Şehrin dışında, eski, kerpiçten yapılı, tek katlı bir evde oturuyordu. Daha doğrusu; ev sahibi, evin bir odasını bölüp ona kiraya vermiş. Zayıf, orta boylu, yakışıklı, aksakallı, beyaz tenli, sade giyimli, elli yaşlarında olgun bir insandı doktor. Yerde sergi yoktu. Sadece üzerine battaniye serilmiş bir sünger yatak duruyordu. Odanın ortasında eski ahşap bir masa ve önünde iki sandalye… Yıpranmış bir perde sarkıyordu pencerenin yanında…

Sandalyelere oturduk. Hastaneye götürüp götürmediğimizi sordu. Türkçesi çok iyi değildi ama anlaşıyorduk. Anlattım gittiğimiz doktorları, kullandığımız ilaçları gösterdim. İnceledi. Stetoskopla sırtını, göğsünü dinledi çocuğun. Boğazına baktı. Ateşini ölçtü. O da bir tanı koyamadı. Ankara veya İstanbul’a götürmemizi tavsiye etti. Borcumu sordum, kimseden para almadığını söyledi. Teşekkür ettim. Kabul ederse, hediye getirerek borcumu telafi etmeyi düşündüm.

-Size neden “Muhacir Doktor” diyorlar, diye sordum damdan düşer gibi.

– Doğru söylemişler. Ben tabibim ve muhacirim. Hama’da devlet hastanesinde çocuk hekimi olarak çalışıyordum. Kaçarken diplomamı getirmeyi unutmuştum. Daha doğrusu; ne evimiz, ne eşyamız kaldı. Doktor olduğuma dair elimde hiçbir belge yoktur.
Nasıl geçindiğini sormadım. Kızını da yanına alıp el arabasıyla çöpleri gezerek hurda toplayıp sattığını duymuştum.

– Buraya Suriye’den mi geldiniz?

– Hayır… Avrupa’dan geldim, dedi ve güldü. Acıydı gülümsemesi. Sonra düşünceye daldı… Gözlerinin yaşardığını fark ettim. Suriye’den gelmişti, sormasaydım keşke. İyi de, neden Avrupa’dan geldiğini söyledi? Hatamı telefi etmek için tekrar sordum:

– Mahsuru yoksa kısa da olsa yaşadıklarınızı biraz anlatır mısınız? Merak ettim, dedim.

– Ne anlatayım evlat, dedi. Uzun hikâye… (Derin bir nefes aldı.) Derdimiz çok. Önemli olan ibret almak… Bizim çektiğimiz çileyi siz çekmeyin. İbret almayanlar, ibret oluyor… Çay hazırlayayım mı, dedi.

– Hayır, içmem. Teşekkür ederim.

Acaba çayı, şekeri de var mıydı?

Bir daha gelip ziyaret etmeyi, hediye olarak biraz yiyecek ve giyecek getirmeyi düşündüm. Eli boş gelmiştim. Keşke bir şeyler getirseydim. Nasıl düşünemedim. Kabul etmedi parayı. Hediye kabul eder miydi acaba? Reddetmezdi sanıyorum.

Sakalını sıvazladı, uzaklara baktı. Sonra başladı anlatmaya. Söz sırasında yeri geldikçe, öğüt vermeyi de ihmal etmiyordu. Bölük pörçük şeyler anlatıyor, daldan dala atlıyordu. “Bir dokun bin dert dinle.” derler ya, o da öyleydi… Dertliydi. Belli, anlatacak çok şeyi vardı. Bazen merakımı gidermeden iki cümleyle geçiştiriyordu. “Bu kadar…” deyip hiçbir şey anlatmayabilirdi. Sözünü kesmeden dinledim sadece.

– Çağın Firavunları bunlar, dedi öfkeyle. Onun metodunu uyguluyorlar. Firavun, köleleştirmek için insanları, önce onların şahsiyetlerini almış. Sonra da o toplum, ona kul olmuş. Canlarını, mallarını, hayatlarını Firavuna adamışlar. Onun yolunda, onun için, onun rızasını kazanmak için yaşamış ve ölmüşler.

Zalimler, bizim de inancımızı, kişiliğimizi, onurumuzu aldılar önce. Osmanlılarda ulusçu İttihat ve Terakkicilerle birlikte biz de de Arapçılık harekâtı başladı. Ne yazık ki; bu harekâtı başlatanlar ne Arap’tı, ne de Müslüman… Din, mezhep ve ırk kavgaları gün geçtikçe arttı. Bizi zayıf düşürdüler. Gücümüz, kuvvetimiz gitti. Oysa düşmanlar, tepemize bombalar yağdırdığında; ne ırk, ne din, ne de mezhep ayırımı yapıyorlardı. Aynı oyunu Irak’ta, Libya’da, Yemen’de, Afganistan’da da sergilediler. Şimdi sırada Türkiye ve İran var. 15 Temmuz da aynı oyunun bir parçasıydı. Yönetime el koymak değildi niyetleri. Bir iç savaş başlatma planıydı. Allah korudu.
İki asırdır, İslam ümmetini böldüler, parçaladılar, birbirine düşürdüler. Gazete ve dergilerle, televizyon programlarıyla, dizilerle, internetle, okullarla, reklamlarla kendi yaşamlarını bize kabul ettirdiler. Kitabımızı, önderimizi, inancımızı, ideallerimizi çaldılar. Kişiliğimizi aldılar. Bizi, biz olmaktan uzaklaştırdılar. Kendilerine benzettiler. Aileleri yıktılar. Milletimizi böldüler.

Sonra vatanımızı işgal ettiler…

Vatan hainleri vardı içimizde. Dünyalık az bir menfaat karşılığında dinlerini, vatanlarını, milletlerini sattılar. Onları önce kullandılar, sonra çöpe attılar. Şimdi onların da ne malları, ne makamları, ne de vatanları kaldı… Vatanınızın kıymetini bilin evlat!
Firavun gibi önce kişiliğimizi aldılar sonra vatanımızı… Sonra da her şeyimizi… Vatan gidince ne kalır ki? Kalmadı hiçbir şeyimiz. Ayakaltı edildi, çiğnendi bütün değerlerimiz. Ne din kaldı, ne mal, ne can, ne makam, ne namus, şeref, ne de onur…
Bana en çok dokunan ne oldu biliyor musun evlat?

Hayal meyal hatırlıyorum; 5 – 6 yaşlarındaydım babam öldüğünde. Gençti. Ben, kız kardeşim Sevde ve erkek kardeşim Ahmet yetim büyüdük. Anam hem analık, hem de babalık yaptı bize.

Yıllarca emek verdim, okudum. Anam ne çileler çekti okutmak için bizi. Sevde, mimar, Ahmet de öğretmen oldu. Anam da, babam gibi bizim evlendiğimizi görmedi. Bu defa ben kardeşlerime babalık ve analık yaptım. Yuvalarını kurdum ikisinin de. Sonra ben evlendim. Evimde, eşimle, çocuklarımla geçinip gidiyorduk. Maddi yönüm; iyiler arasındaydı. Maaşım dolgundu. Tek sıkıntımız; Müslümanlar üzerindeki yoğun baskılardı. Namaz kılmak ve oruç tutmak bile suç sayılıyordu. Hapishaneler Müslümanlarla dolmuştu. Ağır işkenceler görüyorlardı. Gidip de, dönmeyenlerin haddi, hesabı yoktu. Hüznümüz dinmiyordu… Esed canavarının dişleri arasından kurtulmak için ayaklandık. Ne ki; ateş çukuruna düştük. Bunu bahane edip iç savaşın fitilini tutuşturdular.

(Kızı odada kendi kendisine oynuyor, bazen gelip babasını dinliyordu. Babasının anlattıklarına üzüldüğü belliydi. Ahsen, mızmızlanıyor, ağlıyordu. Emziğini ağzına verip kucağımda sallıyor, susturmaya çalışıyordum. Doktorun anlattıkları önemliydi. Bir daha bu fırsatı bulamayabilirdim. Kulağım ondaydı.)

– On sekiz yaşındaki oğlum Taha, PYD ile çatışma esnasında vuruldu. Evimizi Rus uçakları bombaladı. Kızlarım Zeynep, Gülsüm ve Hacer’le yedi yaşındaki Ali’m o bombaların altında şehit oldular. Ben ve eşim hafif yaralandık. Evi terk ettiğimizde; o yıkık duvarlar üzerinde hâlâ yavrularımın kanları duruyordu. Cesetleri parçalanmış ve yanmıştı. Tanınmaz hale gelmişlerdi. Komşular toplandılar, evin avlusunda yan yana gömdük. Bütün bunları gözyaşı ve sabırla karşıladım. Bana asıl dokunan ne oldu biliyor musun?

Esed’in askerleri, beni yakalayıp dövmeye başladılar. Bazı askerler de çocuklarımın anasını kolundan tutup sürükleyerek götürmeye çalıştılar. Gözlerimin önünde tekmelediler, dövdüler, tüfeğin dipçiğiyle sırtına ve kafasına vurdular. Deliye döndüm. Zavallı Fatıma’m nasıl çığlık atıyordu. Onun çığlıkları hâlâ kulaklarımda. Saçı, başı, üzeri açıldı… Çıldırdım ben. O sıra bir askerin tüfeğini tutup çekmeye başladı Fatıma. Neredeyse alıyordu elinden. Alsaydı, hepsini vururdu. Ben ona doğru atıldıkça, askerler beni tutuyor ve rast gele yerime vuruyorlardı. İki yaşındaki kızım Seleme, düşe kalka, ağlayarak bir anasının yanına gidiyordu, bir benim yanıma geliyordu. Artık ayakta duramaz hale gelmiştim. Yere düştüm. Tam o sıra patlama sesi duydum. Bir asker, silahını eşime yöneltmişti. Fatıma, yere yığılıverdi. Yiğitçe öldü. Onların arzularına boyun eğmedi. Mekânı cennet olsun.

Bu şerefli ölümler de dokunmadı bana. Ne dokundu biliyor musun?

Ayağa kalkacak durumda değildim. Askerlerden biri, beni göstererek: “Bunu da götürelim. İşimize yarar. Kalkan olarak kullanırız.” dedi. Apoletli bir asker; “Bundan hayır gelmez. Vurun, gebersin.” dedi. Seleme, göğsümün üzerine yatmış, ağlayıp duruyordu. Askerin biri silahını bana yöneltti. O an kızımın da, benim de öleceğimizi düşündüm. Kızımı korumak için ona sarıldım. Şehadet getirdim. Asker, tetiğe basmadı. Bırakıp gittiler. “Tekrar geleceğiz.” dedi, rütbeli asker. Eşimi de çocuklarımızın yanına gömdük. Eşimi, çocuklarımı, evimizi, malımızı, paramızı kaybettik; ne önemi vardı ki!.. Vatanımızı kaybetmiştik.

Ev de yerine gelebilirdi, eşya da, makam da… Çok da önemli değildi. Olmasa da olurdu. İşgal edilen vatan da tekrar kazanılabilirdi… İnancını, şahsiyetini, onurunu kaybederse bir insan; tekrar kazanabileceği hiçbir şeyi kalmaz. Çünkü o insan, idealini, ülküsünü, ümidini, azmini, gayretini de kaybeder… Yitirdiği hiçbir değeri tekrar kazanamaz.

Bu zalimler onu yaptılar bize. Canımızı aldılar, malımızı aldılar, vatanımızı aldılar… Biliyorlardı; bizim insanımız bunların hepsini geri alabilirdi. İnancımızı ve kişiliğimizi aldılar. Biz, biz olmaktan çıktık, başkasının gölgesi olduk. O zaman anladım bizim bittiğimizi, tükendiğimizi, artık yok olduğumuzu…

Kızım Seleme’yi boynuma bindirdim, yürümeye başladım. Nereye gideceğimi bilmiyordum. Adım atmaya mecalim kalmamıştı. Cehenneme dönmüştü memleketim. Cehennemden kaçıyorduk. Sadece canımızı kurtarmanın derdindeydik. Kendimi değil, kızımı düşünüyordum. Ben de ölürsem, o ne olacaktı?

Uzun hikâye… Gide gide bir köye vardık. O köyü de PYD basmış, Esed’in uçakları bombalamış… Aileden ölenler varmış. Kalanlar, yurtdışına kaçmak için hazırlanıyordu. Birkaç gün misafir oldum onlara. Benim kızımın yaşında bir kızları vardı. Beraber oynuyorlardı hep. Ben de onlarla beraber yurtdışına kaçmaya karar verdim. Fakat yanımda hiç para yoktu. Vardı evde biraz birikintimiz. Fakat para kimin aklına gelmişti ki… Lazım olmuştu işte. Keşke alsaydım yanıma. Bana yardımcı olabileceklerini söylediler. Hazırlandılar, yanlarına sadece paralarını ve kadınlar da takılarını aldılar. Bütün eşyalarını bıraktılar. Tekrar dönme ümidiyle kapıları kilitlediler…
Kaçar mı insan memleketinden. Kaçar mı hiç? Memleket gibisi var mı? Memleketiniz ağzından alevler saçan bir ejderhaya dönerse, kaçarsınız ondan. Bu kez hicretin çileli yolu kapılarını açar size.

Yolculuk kolay olmadı. Sık sık şişme botların denizin ortasında patladığını ve çok sayıda göçmenin sulara gömülüp kaybolduğunu, cesetlerinin sahillere vurduğunu duyuyorduk. Aynı kaderi paylaşacağımızı düşünerek yine de biniyorduk.

Biz, sağ selim Avrupa topraklarına ayak bastık. Gitmez olaydık. Keşke ben de bombaların altında, memleketimde ölseydim de, o derece aşağılanmasaydım.

Sınırı geçince bizi yakalayıp kamplara götürdüler. Su yok, yiyecek yok, yatacak yer yok, ilaç yok…

Oradan oraya koşturup duruyorlardı. Sürekli resimlerimizi çeken gazeteciler etrafımızda eksik olmuyorlardı. Soru soranlar oluyordu, gülüp alay ediyorlardı. Bazen aşağılayıcı sözlerle hakaret ediyor, kovuyorlardı. “Niye geldiniz?” diyorlardı. Bir hayvanat bahçesinde hayvanlar gibi bir kafese koyup önümüze yiyecek artıkları atıp seyretselerdi, belki bu kadar aşağılanmazdık.

Bir gün kampa rütbeli birkaç asker geldi. Kuruldular koltuklara. Yerlere bozuk paralar attılar. Bizim ellerimizi arkadan bağlayıp önlerinde secdeye kapanır gibi ağzımızla o paraları toplamamızı istediler. Kahkaha atmaktan kırılıyorlardı. Ölmüş olmayı ne çok istedim o gün. Ömrümde o kadar çok ağladığımı hatırlamıyorum.

(Doktor, bunları bana anlatırken de ağlıyordu. Mendiliyle gözyaşlarını, burnunu siliyordu.)

Bir gün yine bizi bir kamptan başka bir kampa naklettiler. Koşturuyorlardı. Seleme kucağımda. Avrupalı, bir gazeteci kadın, koşarken bana çelme attı. Düştüm, yuvarlandım. Seleme de kucağımdan yere fırladı. Alnı yere çarptı, kanamaya başladı. Çelme atan Avrupalı gazeteci kadın, kahkaha atarak gülüyor, yerlere yatıyordu. Bizim düşüp yuvarlanmamız bu kadar komik miydi? Seleme’yi kucağıma aldım öptüm. Ağlıyordu. Elimle alnının kanını sildim. Yarası küçüktü. Morarmıştı alnı. Kahrımdan ağlamaya başladım. Biz böyle mi olacaktık?
Yine de yavrum yanımdaydı, çok şükür. Binlerce Suriyeli kayıp çocuklardan bahsediyorlar. Ne oldu, nerede bunlar? Avrupalı çocuk yapmıyor. Aile hayatı bitmiş onlarda. Bizim çocuklarımızı kendi çocukları olarak kendi dinlerine göre yetiştireceklermiş. Bir kısmının organ mafyasının, bir kısmının da fuhuş sektörünün eline düştüğünü anlatıyorlar.

Batı’yı çok büyüttük gözümüzde. Osmanlının çöküş döneminde başladı Batı hayranlığımız. Eskiden derlerdi ki; “Ebemkuşağının altından geçenin her istediği olurmuş. Biz de Batı’ya öyle baktık. Ebemkuşağı olarak gördük. Ona ulaşınca her istediğimizin olacağını, müreffeh bir hayat yaşayacağımızı sandık. Dünyadaki cennet sandık. Cehennemmiş. Cehennemden de betermiş. Amerikalılar, Afrika’ya gidip bağında, bahçesinde çalışan yerli halkı silah zoruyla kaçırıp gemilere balık istif eder gibi atarak götürüp köle olarak satıyorlarmış. Karın tokluğuna en ağır işlerde çalıştırıyorlarmış. Şimdi biz gönüllü köle olarak gidiyoruz, kabul etmiyorlar köleliğe.

Kardeşlerim ve akrabalarım ne oldular, bilmiyorum. Bunaldım orada. Kalamadım. Daha fazla dayanamadım. “Türkiye’ye gideceğim.” dedim. Türkler, aşağılamıyorlar bizi. Dışlamıyorlar. Kucak açıyorlar. Ne de olsa Müslümanlar. Kardeşlerimiz bizim. Bir yavan ekmekleri de olsa, paylaşıyorlar bizimle…

İnsan kardeşinden ayrılır mı? Kardeşinden ayrılan iflah olur mu hiç? Kardeş olduğumuzu unutturdular bize. Düşmanlık soktular aramıza. Böldükçe böldüler. Düşman ettiler bizi birbirimize.

Kızımla beraber bin bir meşakkatle gelip Türkiye’ye sığındık.

Suriye’de, Irak’ta, Libya’da, Yemen’de, Afganistan’da sahneledikleri trajediyi, Türkiye’de de oynamak istiyorlar.

Allah esirgesin. Aman ha, dikkatli olun evlat! Ayrılmayın inancınızdan, benliğinizden, birbirinizden… Aman ha!..

Kaynak: http://ozgunirade.com/muhacir-doktor/#more



Anahtar Kelimeler: MUHACİR DOKTOR

Uyarı! Yapmış olduğunuz yorumlar incelendikten sonra onaylanacaktır onaylandıktan sonra gözükecektir


YAZARLAR

Resimlere Tıklayarak Kitap Satın Alabilirsiniz

HABERLER