Reklam Görüntülerine Tıklayarak Kitap Siparişi Verebilirsiniz

Mazlumluk-zalimlik-sömürülebilirlik; kişisel, toplumsal ve olgusal bazda

Sait Alioğlu Yazdı;

Mazlumluk-zalimlik-sömürülebilirlik; kişisel, toplumsal ve olgusal bazda

“Zalimin zulmü varsa, mazlumun da Allah’ı vardır”

Mazlum, zulme uğrayan kişidir. Zalimin zulmü altında kalan, birçok hakkı elinden alınan, kendisine zalim tarafından çok şeyin uygun görülmeyip yasaklandığı kişidir.

Mazlumlar, çoğu kez bilinenin ve düşünülenin aksine çoğu kez “her zaman ve her yerde” haklı oldukları, ama haklarının kendilerinden esirgendiği için zulme uğradıkları gibi, bir de çoğu kez kendi iradelerini kullanmadıklarından ötürü, zalime teslim olan, o yüzden zulme kapı açan davranışlarından dolayı da mazlum olarak tanımlanabilirler.

Burada, sebep ne olursa olsun, mazlumun kendi iradesini devre dışı bırakmasına bağlı olarak bir mazlumiyeti söz konusu olup, bu durum, onun kendi nefsine zulmü anlamına gelir.

Bu aynı zamanda, sosyal, siyasal, ekonomik, kültürel vb. açılardan kişinin ve toplumun kendi kendisini sömürtmesi, sömürüye açık hale gelmesi demektir.

Bu konuda Cezayirli Müslüman düşünür Malik b. Nebi’nin yaklaşımı önem kazanmaktadır.

“Çoğu Müslüman mütefekkirden farklı olarak Mâlik Bin Nebî, sorunlarımızın temelinde yatan ana problemin ‘zihinlerin sömürgeleşmesi’ olduğunu derinden idrak etmiş, Müslümanları ahlâki ve psikolojik bir çözülmeye iten ve İslam âleminin gerilemesine neden olan bu sömürgeleşme probleminin dışarıdan değil, içeriden kaynaklandığını uzun uzun açıklamıştır. … Bin Nebî’ye göre İslam dünyasını geri bırakan iç faktörlerdir. Bunlar da sömürgeleştirilmeye müsait olma keyfiyetinden kaynaklanmaktadır.” (1)

Ki, Malik Bin Nebi, sömürgeleşmenin temel sebebinin “ölü fikirler” olduğunda bir hayli ısrarcı bir tutum sergilemiş bulunmaktadır.

Kişinin kendi kendini sömürtme durumuna binaen oluşan “zihinlerin sömürgeleştirilmesi” kavramı bir olgu olarak Malik Bin Nebi’nin düşünce dünyasında önemli bir yer tutar.

Zalim herkes olabilir, mazlumda herkestir aynı zamanda…

Bu meyanda zalim, başkasına zulmeden kişi olduğu kadar, kendi nefsine zulmedene de zalim denilir.

“Şüphesiz ki Allah insanlara hiçbir şekilde zulmetmez, fakat insanlar kendilerine zulmederler..”(Yunus-44)

Zulüm nedir peki? Zulüm genellikle “güçlü bir kimsenin, Allah© tarafından insana nebiler tarafından tebliğ edilerek sunulan din, onun onaylayacağı yasaya ve vicdana aykırı olarak başkasına yaptığı kötü, acımasız, kıyıcı davranış, işkence.” Olarak tanımlanır. Zulmün Kur’anda ki karşılığı Arapçadaki ifadeyle” karanlık”tır.

Karanlığın zıddı ise nurdur. Nur ile aydınlanan, onunla tenvir olan, yani aydınlanan, onunla münevver olan; tahsil etmiş olduğu bilgi ve görgü ile toplumsal planda insanlara, toplumlara yol gösterenler, onlara önderlik edenler ise, her açıdan zalime ve zulme karşı olup, üstlendiği misyonu ile kuşanmış olduğu görevi gereği zulme ve zalime karşı olmalı, o çizgide yürümelidir.

Zalim, her ne kadar “güçlü bir kimse, yani elinde bulundurduğu güç sayesinde karşısında bulunanlara zulmeden kişi olarak vasf ediliyor olsa da, topluluk halinde bir arada bulunduklarında, aynı işi icra eden zalimler şeklinde belirtilir.

Zalim, yine ona egemen olan sınıfın, toplumsal gidişatı kontrol sadedinde, kendine meşruiyet kazandırmak için anayasal bir metne sahip bir devlet ve iktisadî gücü elinde bulunduran bir “üst” sınıf sıfatıyla oluşturduğu etki alanı içerisinde hükmünü yürütür ve toplumu da buna binaen ezerek yönetir.

Bu meyanda, soğuk savaş döneminde, o da sözde sosyalizm adı altında Doğu Bloku ülkelerinden “olumsuzluk alanında” yaşananlar verilebilir.

Bu sömürü biçimi, günümüzde de sömürgeci kapitalist Batılı devletler ile “üçüncü dünya” ülkelerinin uşaklaşmış yöneticilerinin, o da karşılıklı çıkar ilişkisine dayanan bir mantık içre ezilen ve sömürülen toplumlar nezdinde devam etmektedir.

Sosyalist blok, sömürüyü, kendi ulaşabildiği bir etki alanı içerisinde lokal olarak sürdürüyor iken, başını ABD’nin çektiği “emperyalist karakterli” küresel Batı Bloku ise, konuyu, parasal alanla birlikte hayatın birçok alanında, hatta birçok yapay alan oluşturacak şekilde devasa ölçeklerde yapmaktadır.

Artık sömürü biçimi, yukarıda da değindiğimiz üzere salt maddi, parasal olmaktan çıkmış olup özellikle de “dinî ve kültürel alanda” yaşana gelen otantik yaşam tarzlarına müdahale şeklinde sürmektedir.

Zahiren insana uygun görünse, görüldüğü iddia edilse de, fıtrattan kopuk bir cinsiyet eşitliği dalgası, bedensel yapıları farklı olduğu halde, kadını ve erkeği, çoğu yerde aynı işe koşmaya yönelik müdahaleden kaynaklanan kadın-erkek aynılığı gibi konular, biyoloji unsuru üzerinden giderek küresel politika haline gelmektedir.

Yine aynı cins olan erkeklerin, kendi aralarında evlenebilmelerini mümkün gören lgbt gibi insan soyunun geleceğini tehdit eden, yeni, korkunç ve tehlikeli bir ontolojinin oluşumuna kapı aralayan durumlar, neredeyse maddi sömürüye rahmet okutacaktır.

Ki, bu durumda, dünya sathında, belli bir oranda kendi değerlerini koruma şartıyla, onları muhafaza ederek yaşayan toplumlar açısından, birçok temel hakların kullanılması gibi gerekçeler hariç olmak üzere, kadın erkek eşitliği, cinsiyet eşitliği ve lgbt gibi, keza korkunç ve tehlikeli durumlar, küresel ölçekte biyopolitik bir statü içerisinde, ona karşı çıkılamadığı takdirde,  giderek kabul görecektir.

Batı, bunların hayata geçirilmesi adına, komünizm ve faşizm gibi 20. Yüzyılda uygulanmış olup, “kör gözüne parmağım” misali yüz binlerce insanın ezilmesine sebep olmuş ve onları hayattan koparmış ideolojilerin yerine, daha sinsi, daha soft(yumuşak, kadifemsi)karaktere sahip yeni ideolojiler üretmeye başladı.

Bunlar; liberalizm, feminizm gibi ideolojiler ve demokrasi, insan hakları gibi, bir ucu gerçeğe dayanıyor gibi görünse de, temelde Batı’nın dünyanın geri alanının üzerinde egemenliğini kuran, koruyan ve onu perçinleyen durumlar olarak belirtilebilir.

Hani, Irak’a demokrasi gelecekti? Ne oldu? Saddam zalimi gitti, başka yerel zalimler geldi.

Bu politika, onlarca yıllık işgale rağmen Afganistan’da tutmadı, ama maalesef, onlarda hakikate uygun bir yol, yöntem bulamadılar. Bu da bahs-i dğer bir konu…

Eşref-i mahlukat olan insanın yerine, yeni ve onlara göre ölüm gerçeğiyle asla bir daha karşılamaması ve onunla yüzleşilmemesi, sürekli yaşaması gereken bir konumda “yaratılmak istenen” yeni bir insan tipi elde ermek için ortaya konan transhümanist kaynaklı araştırma ve anlayışlarda bu biyopolitik durumun sürmesi ve sonuç alınması arzulanmaktadır.

Zaten bundan önce, sözde dünya sathında aşırı nüfus artışı ve buna bağlı olarak giderek azalan gıda maddelerine erişim zorluğu gibi sunî konular bahane edilerek, nüfusun büyük oranda azaltılması, işlerin hemen hepsinin- bu kez- yapay zeka üzerinden eskiden olmadığı oranda robotlara yükleme düşünce ve çabası da konu ile ilintilidir.

Bu tür düşünme araştırma ve çabanın adının da kültürel ve salim fıtrat üzere ve mükerrem bir şekilde yaratılmış bulunan “insana karşı bir zulüm çeşidi olduğu çok rahatlıkla söylenebilir.

Zalim-mazlum farklılığında; zalimin bir kişi ya da, belli bir sayıda egemenlerden oluşan bir toplum(oligarşik yapı vb.) ve onun “gerektiğinden dolayı toplumsal katmanda da kullanılması gerektiği halde, gücü tümden elinde tutan herhangi bir devletinde birçok sömürü olgusu oluşturabileceği ve bunları da icap ettiği takdirde kullandığı tarihsel bir vakıadır.

Eski dönemlerde, göz önünde bulunan ve adına da sosyolojik olarak “kavim” denen olgu üzerinden kotarılan kavmiyetçi düşüncenin, bu kez aydınlama felsefesi gereği modernleşme olgusu üzerinde pozitivist tavırlarla ortaya konan ulusalcı anlayışların yardımıyla vücut bulduğunu görmekteyiz.

Aydınlanma felsefesi gereği ırkçılığın, Avrupa’daki izdüşümü dikkate alındığında, sömürücü devletlerin, sömürülen Afrikalılar ile yine “oradan oraya sürülen Yahudilere, Romanlara ve Amerika’da yine Zenciler üzerinde belirginleşen zulüm bu meyanda zikredilebilir.

Afrikalıların gerek kendi topraklarında ve gerekse de köleleştirilmeleri sonucu yaşadıkları deniz aşırı ülkelerde” muhatap oldukları ırk ayrımcılığı politikaları da bu meyanda zikre değer.

Keza, konu açısından Frantz Fanon, “Siyah Deri Beyaz Maskeler” adlı değerli eserinde ırkçılık, sömürgecilik ve “insan” üstüne düşünmek isteyenler için önemli ifadelerde bulunmaktadır.

“Siyah gerçekliğini anlamaya çalışırken Fanon, İkinci Dünya Savaşı’na Fransa Özgür Ordusu saflarında katılmış genç adamın savaş sonrasındaki gündelik yaşantısından ve hocası Aimé Césaire’in Siyah kimliğine sahip çıkan düşüncesi ile şiirinden hareket ediyor, uzmanı olduğu psikiyatri ve psikanalizden yararlanıyor; ayrıca felsefeden, özellikle Jean-Paul Sartre’ın Yahudi düşmanlığı ve Siyah-karşıtı ırkçılık üzerine yazılarından hem besleniyor hem de yer yer onlarla tartışarak ilerliyor. (2)

Bir de buna din ve mezhep olgusu eklenince ortaya, hemen her kültürel çevre için kullanılışlı aparat kabilinden antisemitizm, İslamofobi, Rusfobi, mezhep kışkırtıcılığı, halklar bazında Türk, Kürt, Arap, Fars, Ermeni vb. düşmanlıkları üzerinden kotarılan ulusalcılıklardan da bahsedebiliriz.

Bunlarında her birinin birer zulüm aracı ve aygıtı olduğu düşünüldüğünde, şahıs bazında zalim kişinin tekil olarak yaptıklarının, soyut olarak izaha muhtaç olduğu görülecektir.

Onun izahı da, mahiyetine işaret ettiğimiz olgularda yatmaktadır.

Dipnotlar;

1)https://fethigungor.net/dirilis-postasi/malik-bin-nebinin-somurulebilirlik-kuramini-dikkate-almak/

2)https://www.kitapyurdu.com/kitap/siyah-deri-beyaz-maskeler/552079.html

 

Kaynak: hertaraf.com



Uyarı! Yapmış olduğunuz yorumlar incelendikten sonra onaylanacaktır onaylandıktan sonra gözükecektir


YAZARLAR

Resimlere Tıklayarak Kitap Satın Alabilirsiniz