Reklam Görüntülerine Tıklayarak Kitap Siparişi Verebilirsiniz

Keşke Endülüs tarihini okumuş olsaydınız!

Fahrettin Dağlı, fahrettindagli.com’da “Keşke Endülüs tarihini okumuş olsaydınız! ” başlıklı bir yazı kaleme aldı. Yazıyı aşağıya alıntılıyoruz.

Keşke Endülüs tarihini okumuş olsaydınız!

İslami kimlikli cemaat ve tarikatların bir siyasal partiyi desteklemek yönündeki açıklamaları başka hiçbir kanıt ve açıklamaya gerek duyulmayacak şekilde şu gerçeğin bir ispatıdır; Dini alan siyasetin vesayeti altına girmiştir ve bunun sonucu dinin siyasallaşması, dini değerlerin çürümesi ve hayatiyetlerini kaybetmeleridir. Ki bugün ortada bunun ciddi emareleri var. Dini değerlerin bizatihi inanma iddiasındaki kitleler tarafından itibarsızlaştırılması, değersizleştirilmesi ne acı bir akıbet!

Peki, dini mahreçli topluluklar bunu niçin yapıyorlar?

Endişeleri gerçekten dini mi?

Yoksa din adına biriktirdikleri, yığdıkları, inşa ettikleri dergahlarının, saraylarının ellerinden gideceğinden mi korkuyorlar?

İlk önce birinci şıkkın dayanağını sorgulayalım. Eğer samimi olarak AKP iktidarını, dinlerini yaşamalarının bir garantisi, sigortası olarak görüyorlarsa akla gelebilecek ilk tespit, bu kitlenin akledebilme kabiliyetinin köreldiğidir. Çünkü son 10-15 yıl içerisinde yapılan alan araştırmalarının tümünde dini değerlerin erozyonunun gün geçtikçe ivme kazandığı sonucuna varılmaktadır.

İktidarın, İmam Hatip, İlahiyat ve Kur’an Kursu gibi kurum ve kuruluşlarının sayılarını çoğaltması, teşvik etmesi; okullara zorunlu ve ihtiyari ek din dersleri koyması; Diyanet İşleri Başkanlığının bütçesi ile personel sayısını artırması ve buna munzam onlarca yatırım ve teşvike rağmen dini alandaki çürümeyi, kokuşmuşluğu neyle izah edeceğiz? O zaman oturup ön yargısızca bu soruya doğru bir cevap aramalıyız. Önyargısızlığımız nispetinde de hakikat bilgisine ulaşmayı ümit edebiliriz.

Herhalde burada aklımıza gelebilecek en önemli husus, dini alanın sivilliği ve siyaset cihazı ile olan ilişki biçimidir. Bugüne kadar siyasal iktidarların dini alana olumlu veya olumsuz müdahaleleri, yaklaşımları dini değerlerin yaşanırlığına zarar vermiş ve irtifa kaybına sebep olmuştur. Din, mahiyeti itibariyle siyasal müdahaleye açık olmadığı gibi mensuplarının da siyasal alanı dindarlaştırma gibi bir mükellefiyetleri yoktur. Her ikisinin de birbirlerine mesafeli durması her iki alanın da hayrınadır. Bu hakikat apaçık ortadayken tarihsel olarak hep aksi cihette bir ilişki biçimi sözkonusu olmuştur. Ve bunun da din ve dindarlıkla ilgili faturası çok ağır olmuştur.

Siyaset kurumu, o ülkede yaşayan tüm birey ve topluluklara karşı eşit mesafede olmalı, onların inançlarını yaşama, yayma hürriyetlerinin önündeki engelleri kaldırmalı ve ülkenin siyasal iklimini özgürleştirerek her bireyin ve topluluğun kendisini özgür bir şekilde ifade ve inşa etme fırsatlarını oluşturmalıdır. Siyasal iktidarların inanç mensuplarına, inançlarını korumak ve yaşamak adına yapabilecekleri en büyük hizmeti de budur.

Şimdi gelelim ikinci hususa; yani, AKP iktidarlarını destekleyen dini toplulukların endişeleri gerçekten dini değil de din adına biriktirdikleri, yığdıkları, inşa ettikleri dergahlarının, tekkelerinin, okullarının, köşklerinin, saraylarının ellerinden gideceği endişesi mi?

Her ne kadar böyle bir endişe açık bir şekilde dile getirilmiyorsa da dolaylı bir şekilde dillendirilmektedir. Bu dönemde şu veya bu şekilde elde ettikleri kazanımlarını kaybedecekleri şeklinde bir endişe taşıyorlar. Çünkü özden, külden kopan her zihin meseleleri parçalı, eksik / noksan tartmaya, ölçmeye başlar. Cevheri özde değil de kabukta arar. Ve kabuğu gösterişli kılmaya çabalar. Özdeki çürümeyi bununla kapatmaya, görünmez kılmaya çalışır.

Şimdi bu hususu bir örnek üzerinden açıklayalım…

İstanbul’daki Çamlıca Camii ve minarelerinin akşam ışıltılı halini gören iki farklı zihnin tepkisi muhtemelen şöyle olur;

İlki “Ne muhteşem bir cami ! Yapanlardan Allah razı olsun. İstanbul’un İslamlığının bir sembolü olmuş. İşte Ak Parti farkı! v.s.” derken, diğeri de şöyle diyebilir; “Orada gerçekten bir camiye ihtiyaç var mıydı? Vakit namazlarında kaç saf oluşuyor? Halkı yarı aç, yarı tok yaşayan bir toplum için bu büyük bir israf değil mi? Bir iki saf cemaat için bu kadar israf yapmak doğru mu?”

Şimdi bu örnek üzerinden bir zihni ekzersiz yapalım ve gerçekte hangi görüşün haklı olduğunu anlamaya çalışalım:

Önyargısızca yaklaşmaya çalışarak bir camiye / mescide / mabede hangi hallerde ihtiyaç duyulduğunu cevaplayacak olursak öncelikle o mahalde insanların toplu olarak ibadet etme ihtiyaçlarını karşılayacak; kolayca ulaşılacak başka bir ibadethanenin olmaması durumundan bahsedebiliriz. Bu ihtiyacı vatandaş ilgililere iletir, talep eder ve idari otorite de bu talebi makul görürse sadece uygun yer tahsis eder, inşaatını ise talep sahipleri bir vakfiye / dernek kurarak, dayanışmayla kendileri yaparlar. Devlet, sadece vatandaşının dini hizmetlerini ifa etmesinin önündeki engelleri kaldırır; kolaylık gösterir. Yakın zamana kadar da bu hizmetler böyle yürütülmüştür.

Bu meseleye nereden geldim? Geçen akşam Endülüs İslam medeniyeti ile ilgili bir belgesel seyrettim. Müslümanların sekiz asır hükmettiği topraklardan sürülüşünün serencamını büyük bir hüzün ve ibretle izledim. Son dönemlerinde inşa edilen şaheser diyebileceğimiz muhteşem yapıları izlerken hayran olmamak mümkün değil. Malum, Türkiye’den de her yıl binlerce turist sırf bu eserleri görmek için oraya turlar düzenliyorlar. Belki bir kısmının aklına şu soru geliyordur; bu eserler neyin habercisiydi? İhtişamlı Endülüs Emevi devletin acı bir sona doğru gidişinin…

Endülüs Devleti, bulunduğu çağda dünyanın bilim ve kültür merkeziydi. Yüzbinlerce yazma eserin bulunduğu kütüphaneleri vardı.

Zenginliği, yaşanılan refahı simgelemek, göstermek adına dev, gösterişli eserler inşa edildi. Kabuk estetize edildikçe içteki çürüme görünmez oluyordu. Müslümanların dünyaya, maddeye düşkünlükleri arttıkça sapmaları, çürümeleri, dağılmalarının da aynı ölçüde artma eğilimi göstermesi şaşmaz bir kaide olarak cereyan etmektedir maalesef.

Belgeseli seyrederken kalbim daraldı, beni bir hüzün kapladı. Onlara değil, kendi halimize ağlayasım geldi. Değişen çok fazla bir şey yok. Aynı yanlışları ısrarla sürdürüyoruz. Öze odaklanmak yerine kabuk ile övünüyoruz. Bilinmeli ki, o kabuk da bir gün çürüyecek, sadece etnografik bir kalıntı olarak kalacaktır.

Evet, keşke Endülüs tarihini; hakkında yazılanları, anlatılanları hakkıyla okumuş, üzerinde düşünmüş olsaydık! Belki ibret alırdık!

 

Kaynak: farklı Bakış



Uyarı! Yapmış olduğunuz yorumlar incelendikten sonra onaylanacaktır onaylandıktan sonra gözükecektir


YAZARLAR

Resimlere Tıklayarak Kitap Satın Alabilirsiniz