Reklam Görüntülerine Tıklayarak Kitap Siparişi Verebilirsiniz

“Bir Anarşistin Kaza Sonucu Ölümü” Oyunu Üzerine

Âdem Çaylak, adaletvedavet.com’da ““Bir Anarşistin Kaza Sonucu Ölümü” Oyunu Üzerine” başlıklı bir yazı kaleme aldı. Yazıyı aşağıya alıntılıyoruz.

“Bir Anarşistin Kaza Sonucu Ölümü” Oyunu Üzerine

Türkiye’de Muhalefetin Sıradanlığı ya da İlkesiz Muhalefetçilik

Geçtiğimiz hafta Kocaeli Süleyman Demirel Kültür Merkezi’nde sahne alan Bir Anarşistin Kaza Sonucu Ölümü tiyatro oyununu seyrettim. Oyun, Nobel ödüllü meşhur İtalyan oyun yazarı Dario Fo’nun 1970 yılında yazdığı iki perdelik tiyatro eserine dayanmaktadır. Füsun Demirel tarafından Türkçe’ye çevrilen oyun, 1969’da Milano’da bir meydanda patlatılan bomba eyleminden sorumlu tutularak tutuklanan bir anarşistin sorgusunun üçüncü gününde cesedinin emniyet müdürlüğü penceresinin altında bulunması sonucu, bunun bir intihar mı, kaza mı yoksa cinayet mi olduğuna ilişkin sorgulama aşamasında emniyet, yargı, istihbarat ve derin devlet içindeki hukuksuzluk ve yozlaşmanın vardığı boyutu ironik ve trajik olaylar zinciri içinde anlatması bakımından etkileyici ve başarılıydı. Ancak yazımın konusu mevzubahis tiyatro oyunun bir değerlendirmesine ilişkin değil.

Oyuna gittiğim akşam, oyunun konusunu çerçeve olarak bildiğim için, eleştirel ve muhalif üsluplu bir yapıt izleyeceğim için sevinçli ve heyecanlıydım. Oyunu aynı salonda izleyeceğim kitleyi aşağı yukarı tahmin edebiliyordum. Eğitimli, kitap okuyan, çağdaş görünümlü, seküler ve maddi durumu elverdiği ölçüde tatillerini ailece küçük de olsa bir seyahatle geçirmeyi tercih eden görece orta ve kısmen üst tabakaya mensup seçkin bir kitle… Görece iyi giyimli ve düzgün diksiyonlu insanların seyredeceği bir oyundu bu.

Oyun başladığında ve aradan zaman geçtiğinde, beni heyecanlandıran ve merakımı uyandıracak olan ince espriler ve replikler gelecek diye bekliyordum. Ancak ilk perde bittiğinde hayallerimin suya düştüğünü fark etmenin tedirginliği sardı her yanımı. Her şeyden önce çeviri bir oyun, sadece dil açısından değil, bütünlüklü bir şekilde uyarlanmış ve metin adeta Türkiye’deki siyasi iktidarla dalga geçecek bir biçimde orijinali ile alakasız bir hâle getirilmişti. Elbette sanat eserlerinin lisan çevirileri yapılırken çevrilen dilin kültürüne, toplumuna uyarlanması ona ayrı bir lezzet katar. Ama oyunun konusu çok evrenseldi: Hukuksuzluk, yozlaşmışlık ve derin devlete hizmet eden bir yargılama tiyatralı… Bir sanat eseri ya da tiyatro oyunu üzerinden kültürel, toplumsal ve politik eleştirilerin yapılmasında da bir sakınca yoktu. Ancak bir tiyatro eserinin araçsallaştırılması ile bir içsel sorgulama ve bir katarsis durumu yaratmak şöyle dursun, var olan tutkulu hınç ve nefret kültürünü açığa çıkartan ikircikli teşhiri, Türkiye’de aydın, çağdaş ve eğitimli kesimlerde dahi var olan muhalefet kültürünün yozluğunu ve sıradanlığını açığa çıkarması bakımından ibretlik idi.

Televizyonlardaki ana akım havuz medyası dışında üç beş tane muhalif kanalın ve sosyal medyadaki muhalif platformların günlerce, aylarca gözümüze soktuğu esprilere yer verildi oyunda. “Ben heterodoks ekonomist miyim?” dedi oyuncu, ve buna bilenmiş bir kahkaha ile güldü seyirci. “Gözlerimdeki ışıltıya bak” esprisini aylardır duyduk halbuki. Hâlâ gülünecek ne vardı ki oyunun içine serpiştirilen “dış güçler” esprisinde. Senelerdir aynı alay etmelere duyarsızlaşmak ve yabancılaşmak yerine, hınç ve bilenmişliği izhar eden soğumuş şakalara ısıtılıp ısıtılıp yine gülündü. Oyuncu “cumhurbaşkanına hakaret”ten suçlanan kişinin iddianamesini yırttı, seyirci güldü. Oyuncu “faiz lobisi” dedi ve seyirci güldü. Alay konusu bu kelimelerin bir şeyleri maskelemek için olduğunu zaten herkes biliyordu. Maskelenmek istenen şeylerin hukuk devletine aykırı konular olduğu da herkesin malumuydu. Bunlar başka yerlerde yok muydu? Sadece Türkiye’deki spesifik bir iktidara has sorunlar mıydı?

Yapmak istediğim şey, meseleyi genelleyip kötü işlerin faillerini aklamak ve tahakküme dayalı cari iktidar güçlerinin hukuksuzlarını görmezlikten gelmek zinhar değil. Göstermek istediğim şey, eğer bir eleştiri, bir sorgulama yöneltilecek ve bir duruş sergilenecekse bunun kötülüklere, hukuksuzluklara yöneltilmesi gerektiğine dikkat çekmenin yanında, kendinden olmayana yönelik bir tutkulu hınca dönüşmesini engelleyecek bir paradigma kopuşuna kapı aralamaktır. Çünkü eyleme/fiile tepki gösterilirse, eyleyen/fail nasibini zaten kendiliğinden alacaktır. Hınç ve nefret kültüründen beslenerek gerçekleştirilen ilkesiz muhalefetçiliğin ya da muhalefetin sıradanlığının ilerde kendi varoluşunu ortadan kaldırmasının önüne ancak ilkesel muhalefetle geçilebilecektir. İlkesel dönüşüme hizmet edecek ve kendi zeminini oymayacak bir muhalefet tarzı ancak kendilik bilincinin içten dışa doğru katlanması ile ete kemiğe bürünecektir. Ne var ki direkt eyleyene/faile saldırı, tikellere takılıp kalmak, olgusal, kavramsal ve tümel düşünceye asla ulaşamamak ve en hafif tabirle ifade etmek gerekirse basitliktir.

Mevzubahis oyunda böylesi bir basitlik vardı. O eğitimli, görece seçkin, iyi giyimli, kitap okuyan, düzgün diksiyonlu kitle basitliklere ve tikel sıradanlıklara içindeki duygusal hıncın tesiriyle gülmeye programlıydı. Aylarca, yıllarca ısıtılıp önümüze sunulan espriler, oyunda da telakki edildiğinde ilk kez duyuyormuş gibi güldüler. Bu seyirci kitlesi, iktidar destekçilerini “makarnacı”, “ak koyun”, “hüloooooğ” biçiminde zihninde kodlayanlardan oluşuyordu. “Biz” ve “öteki” ayrımları muhtemelen “cahil-eğitimli”, “köylü-kentli”, “görgüsüz-görgülü”, “beyinsiz-zeki”, “gerici-ilerici” gibi ayrımlara dayanıyordu. Bu da tam da karşı cephenin muhafaza”kâr”/dinci tahakkümünü aratmayacak denli bir tür aydın despotizmi yaratacak bir halet-i rûhiyenin izharından başka bir şey değildi. Birbirine karşıtlık üzerinden beslenen bu tutkulu hınç cepheleri biçimsel farklılıktan ziyade meğer mahiyette birbirlerine ne kadar da benziyorlarmış. Oyunun seyrinde bunu bir kez daha görmek beni yine derinden sarstı.

Bu oyunda verilen politik mesajlara verilen duygusal tepkilerin, manevi ve dinî içerimli bir oyunla cûş u hurûşa (kaynayıp/coşup taşan) geçen muhafazakar bir kitlenin ötekine yönelik hınç, öfke ve nefret dolu tutkulu hamasetinden zerre miktarı farkının olmaması oldukça ürkütücü idi. Halbuki seçkin addedilen bu kitle daha eğitimli, aydın ve çağdaş idi. Bu oyun bağlamında oluşan duygusal tepkilerde “öteki” olanı temsil eden siyasi görüşe karşı biriken nefreti gördüm. Kaldı ki tepki gösterilen siyasi görüşe dayanan iktidar ve destekçilerinin her türden kötülük, baskı, zulüm, hukuksuzluk, yolsuzluk ve yozlaşmışlıklarına yıllardır yazdığım yazılarda ve eylemlerimde en derinden ilkesel muhalefeti ve duruşu sergilemiş bir kalem olarak, tutkulu hınçla bezenmiş bu birikmiş “sismik enerji”nin ilerde bir patlamaya dönüşmesinden tedirgin oldum. Oyuncuların bayağılaşmış esprileri kullanış şeklinde ve seyircinin bunu alkışlamasında ve gülmesinde anladım ki, amaç bir tahakkümü, bir hukuksuzluğu, bir yozlaşmışlığı, bir garabeti ve ilkesizliği eleştirmek değildi. Amaç sadece bunların ufak bir parçasını teşkil eden bir siyasi iktidara nefret beslemek ve bu siyasi iktidar tarafından manipüle edilen bir kitleye karşı düşmanlık göstermekti. Tüm toplum kesimlerinde var olan bu ilkesiz muhalefetçiliğin ve sıradanlığın iktidar ve muhalefet değişse de hep aynı kalacağını bilmek duygusu, benliğim adına sarsıcı, geleceğimiz adına kahrediciydi.

Eylemden ziyade eyleyeni eleştirmeyi kınarken, oyuna gelen seyirci kitlesine yaptığım bu eleştiri paradoks gibi görünmesin. Çünkü ben sadece oyuna gelen seyirci kitlesi üzerinden muhalifleri ve muhalifler üzerinden Türkiye’de muhalefet kültür(süzlüğ)ünü eleştiriyorum. Sivil olamamış, kendinden olanlar aleyhine dahi olsa ilkesel duruşu sergilememiş, eşitlik, özgürlük, adalet, hakkaniyet ve demokrasi gibi erdemleri hazmedememiş bu kültür, iktidara geçtiğinde kendisine karşıt herkesi dış düşmanla iş birliği yapmış hain ve yok edilmesi gereken unsur olarak görür.

Bunun nedeni Türkiye’de iktidar ve muhalefet, biri olmadan diğerinin de olamayacağı bir rakip görmek ve birbirlerinden beslenmek yerine, birbirlerini yok edilmesi gereken düşman olarak görmelerindendir. Aynen şu an iktidarda olan siyasal güç ve ona kayıtsız şartsız büyük tutku ile destek veren muhafazakar toplum kesimlerinin, kendilerini eleştiren her kişi, grup ya da kesimi dış güçler ya da terör örgütlerinin yandaşı olarak gören psikolojik saldırı mekanizması gibi. Siyasi roller değişse de yok edilmesi gereken karşılıklı düşmanlık ve dış güçlerin maşası edebiyatı hiç değişmemektedir.

İktidardan düşen bir muhalefet, zulümlere, adaletsizliklere karşı direnişin, toplumun ilerlemesinin ve demokratikleşmesinin yegâne sembolü olarak görür kendisini. Halbuki şu veya bu görüşte olsun, Türkiye toplumunda iktidar ve muhalefet kısır bir düalizmin içinde hep aynıdır. Biri güç zehirlenmesini, diğeri ise ezilmişlik patolojisini temsil eder. En tehlikeli zalimler de dünün kutsal mazlumiyetinin psikopatolojisinden beslenenler arasından çıkar.  

Türkiye’de iktidar ve muhalefeti de kapsayacak denli tüm toplum kesimlerinde var olan toplumsal ve siyasal kültürün kendi gibi olmayan, kendi gibi düşünmeyen ve kendi gibi eylemeyen “öteki”ni düşman, ikincil ve yabanıl gören tutkulu hınç kültürünün basitlik ve sıradanlığını, bu oyunun sahneye Türkçe uyarlanırken espri değeri düşük dil ve üsluba seyirci tarafından verilen tepkide gördüm. Sözüm ona aydınlanmacı zihne sahip kendisini ilerici ve çağdaş addeden kesimlerle, bugün fiili anlamda her türlü baskı ve yozlaşmışlığın faili olan iktidar ve onu destekleyen muhafazakar kesimler arasında özsel ya da varoluşsal hiçbir farkın olmadığını bir kez daha anladım.

Türkiye’de muhalefetin yokluğunu defalarca anlattım. Adem-i Muhalefet adında yazdığım kitapta çok şey söyledim. Ama temelde iki şey anlatmak istedim. İlki, Türkiye’de muhalefetin yokluğu idi. İkincisi ise kendi adıma benim muhalefet tarzım olan muhalefetin muhalefeti, Âdem’in muhalefetiydi. Peki ben ne anlatmak istedim?

Türkiye’de muhalefetin yokluğu neydi? Eleştirinin yokluğu muydu? Cedelleşmenin yokluğu muydu? İthamların, karşıt düşünceler öne sürmelerin, ironilerin, alay etmelerin, mizahın yokluğu mu yoksa? Aslında Türkiye’de bunların en alâsı vardır.

Örneğin, siyasi çevrelerden birinin, bir bütün olarak konuştuğu bir sürü cümlenin içinden bağlamından kopuk bir biçimde cımbızla çekilen bir cümleyi alıp skandal yaratmak ve bunun üzerinden demagoji yapmak vardır. Örneğin, karşıt görüşün düşüncelerini ve fiillerini eleştirirken kendi görüşünde olanların bütün düşünce ve eylemlerini yanlış olduğu gün gibi ortadayken bile ölesiye savunmak, adeta tapınmak vardır. Örneğin, “mizah”, “sanat” adı altında son derece sulandırılmış, inceliği olmayan, espri değerinden zerrece nasibini almamış gülmeceler vardır. İktidarda olmayıp, iktidar adayı olanlara sorulsa “ekonomiyle ilgili bir programınız var mı?” diye, “gözlerime bakın anlarsınız, gözlerim ışıl ışıl” derler. Sorulsa “peki ya hukuki bir reform öneriniz?”, “cumhurbaşkanına hakaret suç olmayacak” derler. Fiyat pahalılıkları, alım gücü deyince bu kişiler “ejder meyvesi” ile başlayan bir espriyi ortaya atıp gülerler. Dış politikayla ilgili konuşmak istense yapılacak ironiyi de iktidar ellerine vermiştir: “Dış güçlerin oyunu bunlar!”.

İktidarın bütün söylem ve eylemleri alay ve nefret konusudur. Karmakarışık bir duygu durumu yaratır muktedirler diğerlerinin üstünde. Sözleri gülünçtür, eylemleri ise nefretlik. Ama o gülünç sözlere karşın daha aklı başında sözler üretmek nerede? Nefretlik eylemlere karşın ayakları yere basan bir iktisadi reform planı, adil bir hukuki düzenleme planı, eğitimle ilgili izlenmesi tasavvur edilen bir politika sorulduğunda yıllardır iktidar yüzü görememiş iktidar adaylarının verebileceği cevap bile yok. Siyasi çevrelerin söylediklerinin içinden cımbızla çekilen cümleleri döndürüp dolaştırıp sulandırılmış bir mizah konusu yapmaktan fazla ellerinden gelen bir şey yok. Belki de ellerinden gelen bir şey potansiyel olarak var ama, ne gerek var? Program üretmek zordur diye düşünürler. Çeyrek asır boyunca din, Allah, bismillah, inşallah diye boyunduruk altına alınmış bir halkı onlar da “Atatürk, laik cumhuriyet, ulusal egemenlik, çağdaş uygarlık seviyesi” söylemleriyle pekâlâ uysallaştırabilirler. Tıpkı mevcut iktidara çıktığı gibi onlara karşı da çatlak sesler yükselir elbet. Demokrasinin cilveleridir bunlar.

İktidar bu cilveleri pek sevemedi. Kendi politikalarına karşı yükselen çatlak sesleri yıllarca bastırdı. Sansürler, tutuklamalar… Yükselen konut fiyatları nedeniyle barınma sorunu yaşayan, maaşı gıda fiyatlarını bile karşılamaya yetmeyen bir halkın bin yüz odalı sarayda ikamet eden ve sofralarında “manda yoğurdu” eksik olmayan bir iktidar. Hem de eleştiriye hiç gelemeyen… Muaviye bin Ebu Süfyan’a rahmet okutan bir iktidar gitse yerine gelecek iktidar tutarlı bir iktisadi, hukuki, sosyal ve siyasal program sunamıyorsa ne yapacak? Cumhurbaşkanı diğerlerinden biri olsa, kendisine yapılan eleştiri ya da hakareti güler yüzle ve olgunlukla mı karşılayacak? Yoksa o da Stalin’e mi rahmet okutacak, yoksa Batı’nın aydın despotizmine dayanan öncü liderlerini mi aratacak?

Türkiye’de muhalefetin yokluğu câri bir durumu ifade etmiyor. Statikleşmiş, kemikleşmiş, kronik bir hastalığı ifade ediyor. Zira adına “muhalif” denen kesimler, bir eleştiri kültüründen ziyade nefret hissiyle doluyor/dolduruluyor. İktidar olduğunda da aynı oranda nefret çekiyor ve iktidardan düşmüş muktedirler bir zamanların muhalefetiyle aynı kalitesizlikte nefret söylemleriyle ve intikam hırsıyla sesini duyurmaya çalışıyor. Yeni iktidar da en az eski iktidar ile aynı zalimlik ve aynı ezicilikte yönetiyor. Dolayısıyla muhalefet yapılmıyor, ilkesizce bir muhalefetçilik oyunu oynanıyor. İlkesiz, çünkü karşı tarafa eleştiri belirli ilkeler üzerinden değil, sırf nefret ve karşıtlık üzerinden yapılıyor.  İlkesiz muhalefetçilik, eleştiri kültürüne ve problem çözmeye dayalı bir muhalefet üretmekte hep sıradanlık yaşıyor.

İlke diyorum. Çok basit ve harcıalem bir kelime gibi durur, “ilke”. “İlk”ten gelir bu kelime ve birincil değerleri ifade eder. Üzerinde düşünüldüğünde çok derindir. Çünkü soyut ve aşkın değerleri gerektirir. Karşıt olurken bile birtakım değerlere aykırı davranıldığı için karşıt olmayı gerektirir. Kendi görüşünde olanlar o değerleri ihlal ettiğinde onlara karşı da bir duruş sergilemeyi, iğneyi başkasına çuvaldızı kendine batırabilmeyi gerektirir. İlkeli muhalefet, muhalefetin sıradanlık, kötülük ve paçözlüğüne bile muhalif olmayı gerektirir.

Bana soruyorlar. Peki senin görüşün ne? Ve ne olduğumun bile belli olmadığını söylüyorlar. Muaviye’ye rahmet okutanlardan ve onları destekleyenlerden değilim. Fırsatı ele geçirdiğinde Muaviye’ye rahmet okutanlara bile rahmet okutacaklardan ve onları destekleyecek olanlardan da değilim. Ben sadece kötülük, hukuksuzluk ve tahakküme muhalif, ilkesiz muhalefetçilik oyununa da muhalif bir Âdem’im.

 

Kaynak: Farklı Bakış



Uyarı! Yapmış olduğunuz yorumlar incelendikten sonra onaylanacaktır onaylandıktan sonra gözükecektir


YAZARLAR

Resimlere Tıklayarak Kitap Satın Alabilirsiniz