Reklam Görüntülerine Tıklayarak Kitap Siparişi Verebilirsiniz

Başörtülü, başörtüsüz… İşte ‘sınıf’ budur!

Zincirlerinden başka, bir de hoyratlıklarda, felaketlerde kaybedilecek ucuz hayatları olanlar… Yanıyor, boğuluyor, gömülüyor, donuyor… Ve yetmemiş ki, bir de uçup kayalara vuruyor!

Başörtülü, başörtüsüz… İşte ‘sınıf’ budur!

 Umur Talu yazdı;                                                                                                                                                                                                                                 Duvar’da Pelin Akdemir’in haberini okudunuz mu, fotoğrafı gördünüz mü?

Bu “koca dünyamız”da dört kadın işçi, Bursa’da kendilerini işten atan tekstil fabrikası önünde direnişte.
Dördü de size gülümsüyor; dördünün de yumruğu havada.

Dördünden üçü, artık nasıl derseniz, türbanlı, başörtülü.
Birinin başı açık.
Dördü yan yana. Dördü omuz omuza. Dördü kalp kalbe.

İşte “sınıf” budur!

“Sınıf”ı bölen, bölmek için hep hareket, baskı, kuşatma halinde tutulan “doğuştan kimlikler” yani din, milliyet, etnisite, mezhep “sınıf”ta elbet silinmez, ama bölmeye güçleri yetmez bu şekilde.
Çünkü esas hayat dersi “sınıf”ta alınır!

                                                                                                               “Sınıf”ın da içine doğabilirsin, içine düşebilirsin, içinde kalabilirsin ve o da doğuştan kimlik olabilir. Olmayabilir de.
Ama “sınıfının farkındalığı, sınıf dayanışması, sınıf mücadelesi” kimlikten ziyade kişiliktir.
Öğrenirsin, seçersin, edinirsin, ortaklaştırırsın. Kendi seçimindir. Seni esas sen yapan, zaten seçimlerindir; tabi oldukların değil.

Fabrikanın sahibi şirket “Dünya standartlarında, doğaya saygılı üretim” diyor ama evrensel bir standart olan “sendika ve örgütlenme hakkı”nı kapı önüne atıyor.
“Çevreyi korumak, temiz üretim” gibi övünmeleri var ama hakkını arayanı sevmiyor.
“Tavizsiz kalite” filan terennüm ediyor ama “tavizsizlik ve kalite”nin içinde kadın işçiyi “rehine, esir, köle” gibi görmek de var.

Bilhassa 12 Eylül’le birlikte, o zaman “yeşil”i bu kadar koyu olmayan Türkiye Sermaye Sınıfı; bilhassa Evren, derken Özal ve Çiller ile, MESS ile TİSK ile, “sendikasızlaştırma”yı kendi yarım yamalak burjuva kültürünün, demokratlığı güdük liberalliğinin ana hatlarından yaptı.

Sonraki tahsilli kuşaklarıyla “siyasi liberallik” de raporlarla, TÜSİAD’larla ifade edildiğinde bile, “işçi sınıfı” meselesi hep kekeme kaldı.
“Yeşil ya da Ak Sermaye” bu pürüzsüz cilt üzerinde yükselmişti zaten!

İnsanların sınıfsal mücadele ufkunu öldürenler; bu kez yoksulların, işçilerin, “alttakiler”in inanca sarılmasından mustarip oluyordu. Dönüp kendi 12 Eylülcü sınıf mücadelelerinin ortamı ne hale getirdiği üzerine sıkı bir özeleştiri bile yapmadan.

Bursa’da dört kadın işçi, ister başörtülü ister başörtüsüz, omuz omuza, yumruk havada, yüzlerinde binlerce binlerce kadın ve çocuk işçinin umuduna çiçek açan gülümsemeleri; 17 sene önce yine Bursa’da, yine tekstilde, “kaytarmasınlar diye” gece içeri kilitlenen ve orada yanan beş kadın işçinin hatırasını da yaşatıyor.

O gün 15’inde olan Ayşe şimdi 32 olacaktı. O gün hamile olan 32 yaşındaki Sevgi Sesli’nin evladı şimdi 17’sine gelecekti. Sadife 18, Gülden 21, Necla 27 yaşındaydı.
Hukuk patronlarını önce 10 yıl hapse mahkum etti, sonra “parası kadar” hükmedip cezayı 182 bin TL’ye çevirdi.
Biliyor musunuz, hamile ve çocukların gece çalıştırılması yasaktı…
Biliyor musunuz, patron fabrikayı sigortalatmıştı, işçiler sigortasızdı!

“Sınıf” onca yılda yüzlerce, belki binlerce makalemin ana hattı oldu.
Sınıf mücadelesi bitti, sınıflar silindi” diyenlere inat; 2022 nisan ayında, Bursa’da Selinay Yılmaz, Öznur Mantarcı, Emel Didir, Dilek Dündar sınıfın ne olduğunu anlatıyor işte!

Onların izniyle, ekmeği peşindeki emeğiyle yok olmuş “ölü işçi sınıfı”nı, “Kül olursun, yel olursun, sel olursun… Toz olursun, köz olursun, buz olursun!” diye başlayan eski bir yazımla anıp dört kadın işçinin mücadelesine katayım ruhlarını:

Öyle garip bir “sınıf savaşı” ki…
Hayat yetmiyor, tabiat geliyor…
Deniz yetmiyor, baraj geliyor, gölet geliyor…
Hortumcu yetmiyor, hortum geliyor…
Naylon çadır yetmiyor, naylon konteynır geliyor.

Bir atölyede, gece vardiyasında, dışarı çıkmasınlar, patrondan bir nefes mola almasınlar diye üstlerine kapılar kilitlenmişti de…
Biri hamile, biri çocuk, beş kadın işçi alevde kül olmuştu.
Devlet çiftliğinde iki kutu süt parasına çalıştırılmak üzere kamyon kasasında dereye düşürülüp boğulan minik işçi kızlar yel olmuştu.
Yağmurun delirdiği gün, servis aracına tıkılan ve suya gömülen kadın işçiler sel olmuştu.

Madende göçüğe, gaza, yangına ve dumana toz olanlar…
Şımarık avmleşmenin naylon çadırında köz olanlar…
Deniz bisikletiyle donmuş gölete yollanan, suya dökülüp buz olanlar…
Tersanedeki ölçüsüzlük infilakında gaz olanlar!

Bir zümre bir zümre tarafından böyle hoyratça ölüm kıyısında köleleştirildiğinde…
Ekonomik büyümeyle övünüp göğe eren başımız, arsızlık ve yüzsüzlükten dönüp durdukça…
Hayatın ve tabiatın tüm “ölüm çarkları” da tam yol çalışıyor; yaşamak için harcanan alın teri, öldürücü alınyazısına dönüyor.

Denizin, göletin, binanın, toprağın cehennem katlarına düşürülmek yetmemiş ki…
Tabiatın öfkesi hortum da bir akbaba gibi; yoksul ekmeklerin, zeytinlerin açlık bastırdığı, ısınmak için çayların demlendiği işçi konteynerine baskın veriyor…
Elazığ Maden’de “duble yol inşaatı”nda çalışan, dördü işe o gün başlamış, yükte ve pahada hafif altı işçiyi konteynerle birlikte pençesine alıp kayalara çarparak öldürüyor.

Zincirlerinden başka, bir de hoyratlıklarda, felaketlerde kaybedilecek ucuz hayatları olanlar…
Yanıyor, boğuluyor, gömülüyor, donuyor…

Ve yetmemiş ki, bir de uçup kayalara vuruyor!



Uyarı! Yapmış olduğunuz yorumlar incelendikten sonra onaylanacaktır onaylandıktan sonra gözükecektir


YAZARLAR

Resimlere Tıklayarak Kitap Satın Alabilirsiniz