Reklam Görüntülerine Tıklayarak Kitap Siparişi Verebilirsiniz

KEMALİZM VE AYASOFYA

Süleyman Arslantaş Analiz Etti...

 KEMALİZM VE AYASOFYA

Osmanlı son iki yüzyılını yıkıcısı olmadığı için ayakta geçirdi. Jön Türkler, onların çocukları, ittihatçılar ve ittihatçıların kardeşleri kuvvacılar yıkma ihalesine talip oldular ve hep birlikte Osmanlı’yı, yani 624 yıllık bir çınarı devirdiler. Devirenlere ihaleyi ve ihale şartlarını dikta edenler elbette başta İngilizler olmak üzere emperyal güç odakları idi.

Adı geçen güç odaklarının Osmanlı sonrası yeni yönetimden önemli beklentileri vardı. Öncelikle hilafetin ilgası , Osmanlı sülalesinin vatandaşlıktan çıkartılması, din ve ulus algısının değiştirilmesi, İslam dünyasının yeni Türkiye Cumhuriyeti ile ilgilerinin kesilmesi, dini simge ve kanunlarının sil baştan yeniden tarif ve tanzimi, irtica, ibadet gibi kavramlarının yeniden tarifi vs.

Oysa; İkinci Abdülhamid Han’ın 33 yıllık iktidarı döneminde Osmanlı’nın devamının temininden çok Osmanlı sonrası devletin kurumsallaşması, devleti omuzlayacak olan ehil kadroların yetişmesi noktasında gayretlerini görüyoruz. Paul Imbert,  Osmanlı İmparatorluğu’nda Yenileşme Hareketleri kitabının önsözünde bu konuya dikkat çekerek: ‘ Anadolu, Lübnan, Hicaz demiryolları gibi büyük demiryollarının yapılması, ilk, orta, yüksekokullarla, meslek okullarının açılması, Abdülhamid’in padişahlık dönemini simgeleyen reformlar, yeniden canlanma olanağını sağlamış bulunmaktaydı. ‘’(sh.18). Zaten Abdulhamid Han’ın Osmanlı’yı yeniden canlandırma gayret ve uygulamaları, Osmanlı’yı yıkmak isteyen, İslam ittihatını sonlandırmak isteyen güç odaklarını da canlandırdı. Elbette ittihatçıların içerisinde Osmanlı Devleti’nin devamını isteyen iyi niyetli insanlar da yok değildi. Ne var ki onlar da Abdülhamid’i devirirken ne yaptıklarının pek de farkında değillerdi. Bunun tipik örneğini Abdülhamid’in muhaliflerinden Rıza Tevfik Bölükbaşı’nın dizelerinde görüyoruz:

SORMA HOCAM

Nâr-ı cehennemi önüme serme,
Günahımı döküp kaygular verme,
Kitapta yerini bana gösterme,
Ben pek o yazıyı seçemem hocam.

Feylesof Rıza'yım dinsiz anlama,
Dini ben öğrettim kendi babama,
Her ipte oynadım cambazım amma,
Sırat köprüsünü geçemem hocam.

Feylesof Rıza Abdülhamid Han’a ve Osmanlı’ya yaptıklarının tevbesi kabul edilen:” Sultan Abdulhamid Han’ın Ruhaniyetinden istimdat” şiirinde de şöyle diyor:

Sonra cinsi bozuk, ahlâkı fena,
Bir sürü türedi, girdi meydana.
Nerden çıktı bunca veled-i zinâ?
Yuh olsun bunların ham ervâhına!

Bunlar halkı didik didik ettiler,
Katliama kadar sürüp gittiler.
Saçak öpmeyenler, secde ettiler.
… pis külahına.

Elbette Rıza Tevfik Abdülhamid Han’a karşı olmakta yalnız değildi. Elmalılı Hamdi Yazır, Said-i Nursi, M. Akif Ersoy gibi isimlerde karşı idiler. Bu ve benzeri isimlerin Abdülhamid sonrası ne yaptıkları ayrı bir yazı konusu. Ama bizzat bunların yaşadığı dönemlerde yeni Türkiye Cumhuriyeti kurumlarının bürokratlarının dine, ulusa, mukaddes bilinen değerlere bakış açılarından birkaç kesit sunmakta yarar var.

Kazım Karabekir Paşa hatıratında şöyle diyor: ’10 Temmuz 1923’ de Ankara istasyonundaki Kalem-i mahsus binasında Fırka nizamnamesini müzakereden sonra gazi ile yalnız kalarak hasbihallere başlamıştık; konuşmalar esnasında “ din ve namusu olanlar aç kalmaya mahkûmdurlar…’ dedi.’’ Karabekir Paşa sonrasında: ‘ Dini ve namusu olanlar kazanamazlar, fakir kalmaya mahkûmdurlar! Böyle kimselerle memleketi zenginleştirmek mümkün değildir. Bunun için din ve namus anlayışını değiştirmeliyiz.’ Nitekim bu anlayışı ilerleyen zaman içerisinde daha da netleştirmiştir. Ruşeni’nin 18 Teşrini evvel 1926 tarihli eserini okuduğu zaman kitabın yan sayfalarına şu notları düşmüştür.’ Bizim kutsal kitabımız, bilgiyi esirgeyen, varlığa taşıyan, mutluluğu kucaklayan, Türklüğü yükselten ve bütün Türkleri birleştiren ulusalcılığımızdır. O halde felsefemizde din sözcüğünün tam karşılığı ulusalcılıktır…’’

Yine bir başka not: ‘ Ulusun egemenliğini simgeleyen insanları söylence kitabı ile çok doğrudur diye bağlılığa çağırmak ve dahası bir ulusun en saygın kişisi Cumhurbaşkanını yine din törenleriyle söylence kitabı önünde eğilmeye çağırmak ve söylenceye and içtirmek insanlık için ne alçak bir durum ve ağır aşağılamadır.’’ (Gürbüz O. Tüfekçi, Atatürk’ün okuduğu kitaplar sh. 171, 330 İş Bankası Yayınları 1983)

Cumhuriyet sadece Osmanlı’yı, hilafeti kaldırmakla yetinmedi. Kendince yepyeni ya da Batı’dan alınan ilham ile yeni din, ulus, medeniyet, ırk vb. kavramları da inşaa etti. Bunlardan birkaçını ifade edersek Cumhuriyet’in kuruluşundan M.Kemal’in ölümüne kadar birçok kanun çıktı. Önemli olaylar cereyan etti. Bunlardan en önemli olanları Şeyh Said İsyanı (1925), Takrir-i Sükûn Kanunu (4 Mart 1925) ki bununla hükümet irtica, isyan ve ülkenin sosyal düzenini bozucu her hareketi yasaklamayı kanunlaştırmış oluyordu. Şeriye ve Evkaf vekâletlerinin kaldırılması (3 Mart 1924), İstiklal mahkemelerinin ihdası ve Latin alfabesinin kabulü (1 Kasım 1928) ve en dikkat çekici olanlardan birisi de Dini Islah Beyannamesi’nin çıkartılmasıdır (1928). Dini Islah Beyannamesi’nin bazı maddeleri şöyle:

  • Tapınma biçiminde: Tapınmada (camilerde) sıralar, elbiselikler yapılmalı ve temiz ayakkabılarla tapınaklara girilmelidir.
  • Tapınma (ibadet) nın dilinde: Tapınmanın dili Türkçe olmalıdır. Ayetlerin, duaların, hutbelerin Türkçe biçimleri kabul edilmelidir ve kullanılmalıdır. (Saçak Dergisi, Mayıs 1984)

M.Kemal’in İngiliz kadın yazar G.Ellison’a: ‘ Benim dinim yok ve bazen bütün dinler denizin dibine batsın istiyorum.’ dediğini kaydediyor. (Mete Tuncay, Türkiye’de Tek Parti Yönetiminin Kurulması, Yurt Yay. Ank.1981 sh 211)

Yukarıdakilere benzer Osmanlı sonrası Cumhuriyet tarihine ilişkin birçok alıntılar, ifadeler ortaya konulabilir, yazılabilir. Ancak bu kadarı bile Cumhuriyeti kuran iradenin dine, kutsal değerlere bakış açılarını izaha yeter sanıyorum. Aslında Kemalistler ve onların tercih ettikleri CHP’de bunları bilir. Malum Danıştay’ın almış olduğu bir karara istinaden Cumhurbaşkanı Erdoğan 24 Temmuz itibari ile Ayasofya’nın yeniden ibadete açılacağını duyurdu. Zaten Ayasofya’nın tarihi 27 Aralık 537’den 30 Mayıs 1453’e kadar yani Fatih’in İstanbul’u fethine kadar kilise olarak işlem görmüştür yani ibadethanedir.. Fatih, Haziran 1453’de ilk Cuma namazını Ayasofya’da kılmıştır. Cumhuriyeti kuran irade bütün dinlere mesafeli olduğu gibi İslam’a  da mesafeli idi ve bunun bir gereği olarak da İstanbul Fatihi’nin vasiyetine rağmen Ayasofya’yı 24 Kasım 1934’de müze haline getirmiştir. Cumhurbaşkanı Erdoğan, Ayasofya’nın ibadete açılmasını açıklarken 1934’de alınan kararın yanlış olduğunu, şimdi ise bu yanlışın düzeltildiğini ifade etmişti. Ne var ki Kemalistler ve akılları hayra yetmeyenler bu kararın Kemalizm’e meydan okumak olduğunu ilanda gecikmediler. Ne yani: ‘İlhamımızı gökten indirildiği sanılan semavi kitaplardan almıyoruz’ diyen zihniyeti reddetmek Kemalizm ile çatışmak mı oluyor? Olsun! Ne yapalım birilerinin hatırı için din, namus ve semavi kitapları reddedecek değiliz herhâlde.

Aslında Ayasofya’nın yeniden cami olması sıradan bir iş değil. Öncelikle Lord Gürzon ve onun zihniyetinin takipçilerinin kalelerine atılan bir goldür. İkincisi bugün Türkiye’yi yönetenlerin Batı ve onların mukallitleri karşısında sergiledikleri özgüven, güç ve irade beyanıdır. Üçüncüsü bugüne kadar korku, sindirme ve dışlama refleksi ile Anadolu insanının değerlerini aşağılayanlara bir şamardır. Dördüncüsü yakın tarihle yüzleşmenin kapısının aralanmasıdır. Son söz Ayasofya’yı ibadete açanları Allah iki cihanda da aziz etsin. Keza radikalizm uğruna yapılan bu tarihi adımı içine sindiremeyen dindarlara da (!) Allah izan versin…



Anahtar Kelimeler: KEMALİZM AYASOFYA

Uyarı! Yapmış olduğunuz yorumlar incelendikten sonra onaylanacaktır onaylandıktan sonra gözükecektir


YAZARLAR

Resimlere Tıklayarak Kitap Satın Alabilirsiniz