Milliyetçilikle devlet iradeleri arasında ciddi tarihsel bir bağ var olmuştur. Milletlerin mi devletleri kurduğu, devletlerin mi milletleri oluşturdukları konusu siyaset sosyologlarının artık tartıştıkları bir konu olmaktan bile çıkmıştır. Ernest Gellner ve Erich Hobsbawm, Craig Calhoun, Benedict Anderson, Anthony Giddens gibi, isimlerini ilk etapta sayabileceğim meşhur sosyologlar devletlerin ihtiyaç duydukları millet tanımlarını, içeriğiyle birlikte nasıl var ettiklerini ortaya koymuşlardır. Bizde de Erol Güngör’ün bu konudaki çalışmaları devlet ve millet ilişkisini anlamak noktasında, Türk-İslam milliyetçisi bir bakış açısından oldukça kapsamlı katkılar ortaya koyar.
Özellikle Giddens’ın çalışmaları, ulus-devletin teşekkülü ile şiddet arasındaki ilişkiyi zorunlu gören yaklaşımıyla millet kavramıyla ilgili mitolojik anlatımları çözen bir katkı yapmıştır. Bu yaklaşıma göre devletten ve hatta şiddet kullanabilen bir kurumdan önce millet yoktur. Devlet şiddeti ise, bilahare adaleti veya sağlıklı bir siyasal beden siyasetini tesis edemiyorsa, karşısında başka bir şiddet doğurması mukadder olur. Zira mevcut siyasal bedenin organik bütünün parçası haline getiremediği unsurların bir direnç geliştirmesi, siyasal vücudu reddetmesi sıkça rastlanan bir durumdur.
Bu durumlar ulus-devletler içindeki rahatsızlıkların, ulus bütünlüğüne karşı tehditlerin ana kaynağı haline gelir. Ama her durumda bu rahatsızlığı besleyecek, oradan alternatif bir siyasal beden ortaya çıkaracak bir şiddet de zorunludur. Bazen adalet sağlansa ve mevcut siyasal beden ne kadar uyumlu olsa da ekilen şiddetle bünye içindeki bir unsurun bedene uyumu bozulabilir. Şiddet ve onun diyalektiği alternatif kimlik duyguları ve algıları yaratarak yeni bir ulus için gerekli şartları sağlayabilir.
Sol hareket “işçi sınıfı” promosyonuyla, proletarya dünyasıyla hiç alakası olmayan kitlelerde bile bir emek temelli sınıf kimliği yaratmayı başardı. Bir çok yerde sosyalizmi asıl besleyen demografik yapılar işçilikten ziyade azınlık etnik veya dini gruplar olmuştur mesela. Üstelik bu azınlıklar bir çok yerde sınıfsal olarak hiç de alt gruplara yakın da olmamıştır. Sosyalist hareketlerin eylem stratejisi kitlelerde kimlik bilincini şiddet yoluyla kurmaya özel bir önem atfetmiştir. Pratikte bu çok sonuç alıcı bir yol olmuştur. Şiddet içerikli eyleme sokulan kitleler, polisin şiddetiyle karşı karşıya kalıp akabinde devletin orantısız zulmüyle buluşunca bir kimlik duygusu şiddetli bir bicinde yerleşmeye başlıyor. “Şiddet uygulama” veya “şiddete maruz kalma” yoluyla birbirine bağlanan, benzer hatıralar ve deneyimlerin paylaşımı yoluyla aynı aidiyet duygusuna sahip olan kitlelerde bir millet değilse bile bir ortak kimlik duygusu kaçınılmaz olarak gelişmeye başlar.
Sol-sosyalist hareketlerin şiddeti bir varoluş sebebi olarak benimsemiş olmalarının bir arkaplanı da budur. Sosyalist kökenleriyle PKK da şiddetle olan bu ilişkiyi yeterince ezberlemiş bir harekettir. Sokak gösterileriyle polise taş attırarak ilk eğitimini verdirdiği körpe çocukları bir eğitim kampı gibi telakki ettiği polis merkezleriyle, hapishanelerle buluşturarak kısa sürede onları birer şiddet canavarına dönüştürmeyi başarıyordu. Bu konudaki süreci romantik edebiyatının dahi elindeki Yasin Börü gibi yüzlercesinin kanını yıkayamadığı Selahattin Demirtaş’tan değil de yaşanmış tecrübelerini en yalın biçimde anlatan Aytekin Yılmaz’dan (Son Diktatör ve Yoldaşını Öldürmek) okumayı tercih ettiğinizde bambaşka ve daha net bir resim göreceğiniz kesin.
Yıllar önce HDP’nin güya çok bilge, yaşlı isimleri ise sokaklarda kendi kışkırttıkları ve birer şiddet makinasına dönüşmüş bu öfkeli çocukları bize tehdit gibi göstererek “Biz Kürtler adına sizinle konuşabilecek son kuşağız, bizden sonra yetişen bu kuşaklarla konuşamayacaksınız” demişlerdi. Bununla, “sorunu çözecekseniz bizimle çözebilirsiniz, değilse bizden sonrakiler laf-söz dinleyemez” demek istiyorlardı. Bununla istedikleri şey nasıl bir çözümdü? Kendilerini böylece söz-anlamaz, kalın kafalı terörist bir kitleye ulaşabilecek tek köprü olarak sunma kurnazlığı sergiledikleri çok açıktı tabii. O terörist kitlenin elindeki şiddeti pazarlık içinde bir koz olarak kullanmak istedikleri de...
O “söz-anlamaz kitle” dedikleri gençleri bizzat kendileri kışkırtıyor olduklarının, onları söz anlamaz hale getirecek şekilde eğitimden, okumadan uzak tutacak bir siyaseti takip etmekte olduklarının görülmüyor olduğunu sanıyorlardı. Oysa 6-8 Ekim olaylarında o kitleyi sokaklara süren onlar oldu. O çocuklara eğitim alıp incelebilecekleri, söz-laf anlar hale gelecekleri okulları, kütüphaneleri, halk eğitim merkezlerini, öğrenci yurtlarını yaktıran da onlar oldu.
Bu “şiddet yönetiminin” gerçekten de Kürt sorununun özü olduğunu görmeden, kimse bize Kürt meselesinden bahsetmesin. Kürt sorunu denilen şeyin arkasında Kürtler değil, büyük ölçüde bu şiddet yönetimi vardır. Şiddetin başarılı yönetimiyle bir etnik kimlik duygusunun beslenebileceği, zamanla bir millete dönüşebileceği zehabı vardır. Kendilerine yönetebilecekleri, Türkiye’ye ve genel olarak İslam dünyasına karşı kullanabilecekleri bir siyonist kale tesisi arayışı vardır.
Bu arada sözkonusu şiddetin yönetimi ise Kürtler tarafından değil, bugünlerde ABD, İsrail ve AB ülkeleriyle her türlü işbirliği içinde hareket eden profesyonel bir örgüt tarafından yürütülmektedir.
Suriye’de PYD’ye verilen 10 bin TIR dolusu silahla eğitip donattıkları bir örgütten bir millet çıkaracak bir devlet kurma çalışmaları var. Tabii nerden gelirse gelsin bunu nimet belleyen ırkçı cahiller de vardır.