Thorstein Veblen 1857-1929 yılları arasında yaşamış Norveç kökenli Amerikalı bir akademisyen. On iki çocuklu mütevazı imkanları olan bir aileden geliyor.
İyi üniversitelerde okuyor. Doktorasını Yale’den alıyor ama iş bulmakta zorlanıyor. Yedi yıl kadar çiftçilik yapıyor. Sonra Cornell’e gidiyor, ardında da Chicago Üniversitesi’nde çalışıyor. Fakat orada çok barınamıyor. Bir süre sonra ayrılmak zorunda kalıyor, Stanford’a geçiyor. Devlette çalışıyor, ünlü New School’un kuruluşunda rol oynuyor.
Hayatı inişli çıkışlı. Doktorasını bitirdikten sonra iş bulamamasını yeterince dindar olamamasına bağlayanlar var. Chicago Üniversitesi ile bağlarının kopmasının nedeni olarak da karşı cinse abartılı yakınlığı gösteriliyor. Hakkında okuduklarından çıkarttığım sonuç yaşadığı dönemde pek sevilmediği yönünde.
Belli ki çok uyumlu, yaşadığı çağ ve toplumla barışık bir insan değilmiş. Zaten 1929’da da Kaliforniya’daki kulübesinde yoksul ve yalnız başına ölmüş. Bugün burada anılmasının nedeni ise 1899 yılında yayınlanan kitabı, kitapta anlattığı Marx’ın burjuva onun “leisure class” dediği, tam tekabül etmese de bizim “aylak” kelimesiyle tanımladığımız “sınıf”.
Veblen, “The Theory of Leisure Class” adını verdiği ve Türkçesi “Aylak Sınıfın Teorisi” olarak yayınlanan kitabında bir grup insanının çalışırken diğerlerinin onların emeğinden yararlandığını, minimum çalışmayla kendisi için maksimum faydayı sağladığını anlatıyor. Marx’ın Kapital’inde olduğu gibi bilimsel çözümlemelere, artık değerin nasıl yaratıldığına girmiyor.
Onun yaptığı daha ziyade sosyolojik gözlem. Çevresine bakıyor, nasıl yaşadıklarını görüyor ve bu yaşam tarzını nüktedan diyebileceğimiz bir dille eleştiriyor. Kitabını okuduğunuzda 19’uncu yüzyılın sonunda gözlemlediği, tarihle beslediği çıkarımlarının pek çoğunun bugün de geçerli, hatta daha da geçerli olduğunu görüyorsunuz.
Veblen’in iddiası aylak insanların sınıf aidiyetlerini ispatlamak için “Conspicuous Consumption” diye adlandırdığı abartılı, daha doğrusu aşikar tüketime yöneldiği. Kendileri için aslında hiç gerekli olmayan şeyleri salt gösteriş olsun diye aldıkları, bazı davranış kalıplarını benimsedikleri.
Başlangıç noktası olarak mülkiyet hırsını koymuş, erkeklerin kadınlar üstündeki egemenlik iddiasından yola çıkmış. Feodaliteyi ve onun öncesi üretim biçimlerini inceliyor, zamanının antropolojik çalışmalarından yararlanıyor, beyaz ırkı (Kuzeyli) diğerlerinden daha saldırgan buluyor. Daha çok harcamanın bu sınıf için daha az harcamaktan daha kolay olduğunu söylüyor.
Ancak onun aylak adamları bizim Yusuf Atılgan vasıtasıyla tanıdığımız Aylak Adam’dan farklı. Atılgan’nın ilk baskısı 1959 yılında yapılan kitabındaki aylak da varlıklı ama aynı zamanda tutumlu. Kendini ispatlamak, toplum içinde benimsediği hayat tarzıyla yer edinmek gibi bir derdi yok. O, Aylak Sınıfın ve o sınıfa özenenlerin tam tersine varoluşunun bilincinde, varoluşunu anlamlı kılmak için dört mevsim idealindeki sevginin peşinden koşuyor.
Kaldı ki Veblen’in kitabı hayatı gibi renkli ve tartışmalı. İçinde Atılgan’ınki gibi bunaltı yok. Günümüz best-seller/çok satarlar tadında. Kolay okunuyor, kolay da tüketiliyor. Ama kapitalimin özünü anlamımıza, bizim de davranışlarımızla, satın alma alışkanlıklarımızla onun yeniden üretimine katkıda bulunduğumuzu fark etmemize yardımcı olacak mahiyette.
Çünkü çoğumuz farkında olmadan Veblen’in 100 küsur yıl önce eleştirdiği şeyleri yapıyoruz, hiç ihtiyacımız olmayan eşyaları, hiç de gerekli olmayan fiyatlara alıyoruz. Ekonomi de kullanım değerinden çok marka değerine dayanıyor. Katma değer üreten şeyler beğenisi yaratılmış, talebi prestijle ilişkilendirilmiş ürünler oluyor.
Öyle markalar var ki kalemini, çantasını, saatini, telefonunu alınca kendimizi daha iyi hissediyoruz. Öyle yerler var ki içinde olmaya özeniyoruz. Öyle ürünler var ki kullanınca mutlu olduğumuzu zannediyoruz. Eminim çoğumuzun gardırobunda da kullanamayacağı kadar çok elbisesi, gömleği vardır. Evlerimiz yaşamsal hiçbir fonksiyonu olmayan objelerle doludur.
Kimimiz resim toplarız, kimimiz okuyamayacağımız kadar çok kitap. Arabalarımız daha büyük ve daha güçlü olsun isteriz. Tam da Veblen’in dediği gibi bu “şeyleri” edinmek için daha çok çalışmak zorunda kalırız. Aylak adam kategorisinde olmasak da aylakların yarattığı yaşam tarzını kendimize bir şekilde model seçeriz.
Bunun da farkına ancak böylesi günlerde varırız. Sokağa çıkmayınca, kendimizi varoluşsal tehdit altında hissedince, salgın her geçen gün daha çok insanı hayattan koparttıkça, ne kadar çok gereksiz şeyi topladığımızın idrakine varırız. Gömleklerimizi, ayakkabılarımızı sayarız, isteklerimizi ve beklentilerimizi sorgularız.
Veblen yaşasaydı, dünyanın böylesi bir krizle karşı karşıya kaldığını görseydi, muhtemelen ben dememiş miydim size derdi. Bize kitabının özellikle dördüncü bölümünü okumamızı tavsiye ederdi. Kurtarıcı olarak gördüğü mühendisler ve kadınlar yerine Korona’dan söz ederdi.
Aylak olanlar, aylaklar gibi yaşamaya bilerek ya da bilmeyerek özenenler de sanırım onu dinlerdi. Muhtemelen sokağa çıkana, işler biraz normale dönene kadar. Ondan sonra yine eski alışkanlıklarımızı benimser, olsa olsa mimaride minimalizme yönelirdik. Yeni normale, kriz sonrasının getirdiği normlara uyardık.
“Conspicuous consumption”dan fedakarlık etmeden, gösterişle aylaklık kategorisinde elde ettiğimiz yerimizi, statümüzü kaybetmeden yaşamımızı sürdürmeye çalışırdık. Belki başka çaremiz olmadığından, belki varlığımızın idrakine tam olarak varamadığımızdan, belki de siyasetin ve dolayısıyla hayatın en zor zamanlarda bile acımasızca aktığını gördüğümüzden…