Osmanlı’da Batılılaşma Süreci
Osmanlı Devleti’nde Batılılaşma hareketleri 3.Selim döneminde askeri alanda başlamış ardından tahta geçen 2.Mahmud ile devam etmiştir. Batılılaşma süreçlerinin en yoğun konuşulup tartışıldığı dönemler ise Tanzimat Fermanı süreci, 1.Meşrutiyet ve Kanun-i Esasi’nin ilanı, 2.Meşrutiyet ve İttihat Terakki dönemleridir.
Batılılaşma (Garplılaşma) tabiri, genel olarak Batı ülkeleri dışında kalan toplumlarda, özel olarak da Osmanlı Devleti ile Cumhuriyet Türkiye’sinde Batı’nın gelişmişlik seviyesine ulaşabilmek için gerçekleştirilen siyasi, sosyal ve kültürel hareketleri ifade etmek üzere kullanılır. 18. yüzyılın başlarında teceddüt veya ıslahat, daha sonra tanzimat olarak adlandırılan hareketler, asrilik, asrileşme gibi benzer kavramlarla da anlatılmıştır. Osmanlıların son yılları ve Cumhuriyet’in başlarında gözlenen gelişmeler Batılılaşma hareketini ifade edecek bir tarzda muasırlaşma, muasır medeniyet seviyesine ulaşma gibi tabirlerle de anlatılmış, zamanla bunun yerine çağdaşlaşma kavramı benimsenmiştir.[1]
Osmanlı’nın son dönemlerinde Batılılaşma taraftarı olan birçok düşünür ve yazar karşımıza çıkmaktadır. Batı adabı muaşeretinin aynen benimsenmesi gerektiğini ve ikinci bir medeniyetin daha olmadığını, tek medeniyetin Batı medeniyeti olduğunu belirten Abdullah Cevdet, ‘ya Garplılaşırız ya mahvoluruz’ diyen Ahmed Muhtar[2], Batı kültürünün mutlak üstünlüğünü savunan Mustafa Sami Efendi, Kılıçzade Hakkı, Celal Nuri, Batılı davranış şekillerini öğreten kitaplardan birinin yazarı olan Ahmed Mithat, Batı tesirinde ortaya çıkan roman – hikâye türünün ilk örneklerinden olan Taaşşuk-i Talat ve Fitnat’ın yazarı Şemsettin Sami, Türk edebiyatında Batılılaşma hareketi öncülerinden Şinasi, Batı’dan yapılan ilk tercümelerden Telemak’ın mütercimi Yusuf Kamil Paşa ve uzun dönem Paris’te yaşayan sıkı bir pozitivizm savunucusu olan Ahmed Rıza (1858-1930) bunlardan en önemlileridir.
Ahmed Rıza eğitiminin ilk yıllarında İstanbul’da Batılı tarzda bir eğitim almış ardından Paris’te üniversite hayatına başlamıştır. 2.Meşrutiyet’in ilanından sonra ilk Meclis-i Mebusan Başkanlığını yapmış ardından Osmanlı Ayan Meclisi Başkanlığı’na getirilmiştir. O aynı zamanda İttihat ve Terakki’nin kurucularından ve isim babasıdır. Batı medeniyeti ve İslam medeniyetini karşılaştırdığı önemli eserinde Batı’nın teknoloji ve bilim başta olmak üzere birçok önemli gelişmeyi İslam medeniyetinden aldığını vurgulamıştır.
Ahmed Rıza, Paris’te Auguste Comte’nin pozitivizm düşüncesi ile ilgilenmeye başlar ve pozitivizm üzerine de dersler alır. Paris’te kaldığı sürece dergilerde Osmanlı üzerine yazılar yazar ve İslam’ı tanıtıcı bazı makaleleri Fransız dergilerinde yayınlanmaya başlar. Bu süreç içerisinde çalışmalarını ve fikirlerini Sultan Abdülhamid’e çeşitli layihalar yazarak iletmeye başladı. Meşrutiyet üzerine fikirlerini paylaşarak Abdülhamid’i bu alanda adım atmaya ikna etmeye çalıştı. Sonra bir gelişme olmadığını görünce bu yazılarına ara vererek Yeni Osmanlılar olarak adlandırılan Jön Türkler ile temasa geçti ve onlarla birlikte hareket etmeye başladı.
Ahmed Rıza’nın yayınladığı layihalar çok geçmeden meyvesini verir ve Ahmed Rıza’nın ayağına teşkilatın kendisi gelir. 1894’te Doktor Nazım cemiyet adına kendilerine katılmayı teklif ettiğinde Ahmed Rıza, cemiyetin adının Osmanlı İttihat ve Terakki Cemiyeti olarak değiştirilmesini önerir ve bu öneri kabul görür.[3] Cemiyetin ismi dışında Ahmed Rıza ile merkez arasında anlaşmazlıklara neden olan bir diğer etmen de Ahmed Rıza’nın laik seküler düşünce tarzıdır. Rıza’nın liderliğine ilk meydan okuma Mizancı Murat’ın 1896’da Paris’e gelmesi olmuştur. “Mizancı Murat bir liberaldi, buna rağmen hilafete ve imparatorluğun İslami niteliğine Rıza’dan çok daha fazla önem veriyordu.[4]
Batı’nın emperyalist ve yayılmacı politikalarına en sert bir biçimde karşı çıkan ve bu alandaki en önemli eserlerden “La Faillite Morale de la Politique Occidentale en Orient”[5]’in yazarı olan Ahmed Rıza Bey, bu eseriyle Cezayir ve Tunus’taki özgürleşme hareketleri taraftarlarınca benimsendi ve bu eserin adeta bir başucu eseri haline geldiği söylenmektedir. Batı’ya yönelik eleştirilerinde Aydınlanma geleneğine bağlı bir şekilde pozitivist bir duruş ile Hıristiyanlığa yönelik eleştiriler getirdi ve İslam medeniyetine yönelik de yazılar yazmaya başladı. İslam medeniyetinin Batı’yı asıl besleyen köken olduğunu ve İslam toplumunun da tekrar bilime yönelmesinin en önemli çıkış yolu olacağı üzerinde durdu.
Ülkeye döndükten sonra onunla yakın temasta bulunanlar kapsamlı bir teşkilatı idare edecek güce sahip olmadığı kanaatine varmış ve yurtdışında oynadığı rol nedeniyle sadece İttihat ve Terakki’nin merkez komitesi üyeliğine alınmasıyla yetinilmiştir. Ayrıca Meclis-i Mebusan Başkanlığı yemin töreni esnasında Allah adına and içmekten kaçınmıştır.[6]
2.Meşrutiyetin ilanından sonra İstanbul’a dönen Ahmed Rıza, Meclisi Mebusun’a oy birliği ile başkan olmuştur. 31 Mart olayından sonra İttihatçılarla arası açılınca 1910’da merkez komiteden çıkarıldı. 1912’de Ayan Meclisi üyeliğine getirilen Ahmed Rıza bu dönemde İttihatçıları sert biçimde eleştirmeye başladı. 1913 Bab-ı Ali baskınından sonra mütareke döneminde Sultan Vahdettin tarafından Ayan Meclisi reisliğine getirildi. 1926’da yurda döndü ve vefat ettiği 1930 tarihine kadar İstanbul’da kaldı.[7]
Bernard Lewis, Ahmed Rıza’yı “Jön Türklerin en dayanıklı ve korkusuz üyelerinden biriydi. Birçok bakımdan kilit roller üstlendi”[8] şeklinde tanımlarken, Hüseyin Cahit Yalçın, “Parayla, rütbe ve memurluk vaatleriyle bir türlü eğilmeyen o sağlam ve yüksek Ahmed Rıza”[9] şeklinde tanımlamaktadır.
Ahmed Rıza toplumun en önemli sorununun cehalet olduğuna inanmıştır. Buna yönelik yapılması gereken şeyin de toplumun eğitim yönüyle bilinçlendirilmesi, modern tarım yöntemlerinin öğretilmesi, ordunun çağdaş ilkeler etrafında talim edilmesi ve kadınların eğitilmesi konularıdır. Bu başlıklardan Aydınlanma geleneğinin jakoben bir duruşla toplum mühendisliği ve pozitivizmi de hemen göze çarpmaktadır.
Ahmed Rıza’nın ilk dönem yazdığı eserlerde Sultan Abdülhamid’e yönelik ağır eleştiriler hatta hakaretler görülmektedir. Çevresindeki tüm kötülüklerin sorumlusu olarak Abdülhamid’i görmekte ve ona bir kin duygusu beslemektedir. Halkın, Sultan’ın bu zulmüne sessiz kalması da onun bilgisiz ve cahil olmasından kaynaklanmakta ve çözümün ancak halkı bilinçlendirmekle geleceğine ısrarla vurgu yapılmaktadır.
Onun en önemli eseri olarak bilinen Batının Doğu Politikasının Ahlaken İflası kitabında Oryantalizme karşı çok sert bir duruş görülmektedir. Ahmed Rıza, bu eserinde Batı dünyasının asırlar boyunca Hristiyanlık adıyla özellikle Haçlı Saldırıları süreçlerinde Türklere ve Müslümanlara karşı beslediği kin nefret ve düşmanlığı ortaya koymaya çalışmıştır. Batı medeniyetinin sahip çıktığı birçok bilimsel gelişmenin aslında 9. ve 13. Yüzyıllar arasında İslam medeniyetinin ürünleri olarak doğduğunu söylemektedir. Astronomi, mekanik bilimi, kimya, tıp, felsefe, ziraat, botanik ve daha birçok bilimde asıl çalışmaların Müslüman bilim adamlarınca üretildiğini belirtir.
Ahmed Rıza’nın Batı ve İslam Medeniyetine Yönelik Fikirleri
Ahmed Rıza, Batı Medeniyetinin geçmişten günümüze gelişimi ve Doğu Medeniyeti ile ilişkileri üzerine oldukça dikkat çekici değerlendirmelerde bulunmuştur. Auguste Comte’un öğrencisi olan ve onun düşünce dünyasına hâkim olacak pozitivist felsefeyi öğreten Pierre Lafitte, gerek Batı gerekse Doğu Medeniyeti ile ilgili fikirlerinin temel kaynağı olmuştur.[10]
Ahmed Rıza, Batı’nın Doğu Politikasının Ahlaki İflası isimli eserine başlarken Batı’nın İslam toplumlarına ve ‘Türklere karşı bakışı ne zaman ahlaki oldu ki o ahlak çöksün’ diyerek eserinin ismine yönelik yanlış bir isimlendirme yaptığını belirterek kendi öz eleştirisini verir. Batı’nın tek gayesinin kazanç ve kaba kuvvet olduğunu belirtir.[11]
Batı’nın sömürgeci mirasının insanlığa köle ticareti ve köleliği rafine hale getirmek olduğunu söyler.[12] 10. ve 11. yüzyılların gerçek kâşiflerinin Mesudi, İbn-i Havkal ve İbn-i Battuna gibi Müslüman Araplar olduğunu buna yönelik Avrupa’nın 13. yüzyıla kadar Venedikli Marco Polo’dan başka bilinen bir seyyah dahi çıkaramadığını vurgular.[13]
Kadınların İslam’daki rollerinin çok yüksek olduğunu ve İslam’ın en eski üniversitelerinden birisini 9. yüzyılda Tunuslu Fatıma isimli bir kadının Fas’ta kurduğunu belirtir.[14] Ahmed Rıza Haçlı saldırılarında Batılıların çok ciddi katliamlara ve vahşete imza attıklarını belirtir. Hatta bazı Avrupalı yazarlara dayandırdığı iddialarına göre Haçlılar Anadolu’da insan eti bile yiyen bir vahşette olduklarını söyler.[15] Haçlı Saldırılar yaklaşık iki yüzyıl boyunca yağma, hırsızlık ve katliamlarla geçmiştir. Haçlıların yaptıkları İslam medeniyetinin özgürleştirici ilmine karşı cehaleti savunan savaşlardı. O Haçlıların bu saldırılarla İslam medeniyetini yıkıp vahşet ve cehaleti getirmek için mücadele ettiklerini söyler.[16] Özellikle Endülüs döneminde İslam medeniyetinin Batı’ya hınç ve kutsallar getirmediğini, bunun yerine bilim, dini müsamaha ve ziraat getirdiğini vurgular. Buna karşın Batı 1492’de Kurtuba Katoliklerce alındığında bir milyon Arapça kitabı merasimler düzenleyerek yakmaktan geri durmadı der.[17]
Ahmed Rıza Bey’in din konusundaki düşünceleri de onun dünya görüşünü anlayabilmemiz için yol göstermektedir. Ona göre İslam sosyal bir harç olarak önemlidir. Revue Occidentale’a yazdığı ve bu konuya ayırdığı ilk makalesine göre de İslam sosyal gelişmeye Hristiyanlıktan daha elverişlidir. Makale, İslam medeniyetlerinin çöküşünde İslam’ın rol oynadığı şeklindeki Batılı tezi reddetmektedir. Ahmed Rıza’nın teorisinde İslam bir engel olarak görülmemektedir. Batının İslam’ın ilerlemeye engel bir din olduğu şeklindeki argümanı ve Türklere yönelik barbarlık ithamı eleştirilmektedir.[18]
Batı medeniyeti karşısında adeta İslâm’ın savunuculuğunu üstlenen Ahmet Rıza, bu durumu şöyle ifade etmektedir; “İslam’ı savunarak söylediğimiz şeyle, her tarafta görüldüğü gibi, bir dini değil adalet ve insanlığı savunmak istedik.”[19]
Ahmed Rıza’ya göre İslam dünyası kuvvetini ve büyüklüğünü âlimlerin şerefli eserleri olan ilme borçluydular. Bu ilimde iddia edildiği gibi ilahiyat değil, metafizik münakaşalar da değildi. Tam aksine deneyden ve akıldan çıkarılmış gerçek bilgilerdi. İslam bilginleri rasyonalistti. Bilhassa Türk âlimleri İranlılardan daha pozitif ve daha rasyonalistti. İbn-i Tufeyl dini konuda ilgisizdi ve vicdan özgürlüğünden yanaydı. İbn-i Rüşd sofuları küçümsüyor, filozoflara has din olanı olduğu gibi incelemek diyordu. Ömer Hayyam şüpheciydi. Bağdat ekolü ilme ve bilgiye dayalıydı.[20]
Meşveret’te dikkati çeken bir başka konu Ahmet Rıza’nın halka karşı güvensizliğidir. Bu görüşü, halka yukardan bakan ve memleketin durumunda halka da sorumluluk yükleyen anlayışıyla bağlantılıdır. Halk kitlelerinin Jön Türk propagandasına tepkisiz kalması bu güvensizliği gittikçe arttıran bir etken olmuştur. Ahmet Rıza halkı ikna etmenin ve kitleleri kazanmanın zorluğundan bahsetmektedir.[21]