Üniversiteyi Hollanda’da okudunuz; neden Hollanda?
Üniversite eğitimim yanında doktoramı da Hollanda’da yapmamın sebebi, bu ülkeye aile olarak göç etmiş olmamızdır. Yani benim Hollanda’ya gideyim ve orada eğitim yapayım diye bir derdim olmadı. Liseyi bitirdikten sonra, yetmişli yılların sonunda, tam olarak söylemek gerekirse 1979 yılında ailece karar aldık ve Hollanda’ya yerleştik. Babamın orada çalışıyor olması ve aile birleşimi düzenlemeleri çerçevesinde gitmemiz bir kolaylıktı.
Hollanda’ya gittiğimiz dönemde iş bulmak çok kolaydı. Babam okumamı değil çalışmamı istedi ve ben vardığımız günden itibaren hemen çalışma yaşamına atıldım. Önce bir sabun fabrikasında, sonra da bir metal fabrikasında çalıştım. Metal fabrikasına başladığımda babam ve annem Türkiye’ye kesin dönüş kararı aldılar. Onlar döndükten sonra yüksekokul ve üniversiteye gitmenin yollarını araştırdım. O yıllarda Hollanda’da üniversitede Türkiyeli öğrenci bulmak neredeyse mümkün değildi. Türkiyeli öğrenciler en fazla liseye kadar okuyup oradan ayrılıyorlardı. Çalışmak ve para kazanma motifi çok fazla ön plandaydı. Birinci kuşak kendi amaçlarını çocuklarına da aktarıyordu.
“Yabancı” bir öğrenci olarak neler hissettiniz? Özellikle ilişkiler, eğitim biçimi ve nitelikleri açısından?
Okulla ilişkim, Kayserili bir arkadaşla Rotterdam şehrinde bir yüksekokulu ziyaretimizle başladı. Hollanda’da meslek eğitimi, lise sonrası dönemde yüksekokullarda oluyor ve yüksekokullar “akademi” başlığı altında toplanıyor. Akademide her türlü sosyal, teknik ve pedagojik mesleği öğrenebiliyorsunuz.
Rotterdam Sosyal Akademi’de bir bilgilendirme gününe katıldık ve burada sosyal hizmet okuyabileceğimiz ortaya çıktı. Lise diplomasıyla bizi kaydettiler ve öylece okula başladık. Sosyal hizmet bölümünün ilk yılını akşam okuduk. Doğrusu bu okulda pek yabancılık çekmedik. Çünkü okulumuzda Arap, Sürinam, İtalyan, İspanyol vs. çok sayıda yabancı kökenli öğrenci vardı.
Hollandacayı 20 yaşından sonra öğrendim. Hollanda sömürgelerinden gelen Sürinam ve Antilli öğrenciler bizden daha iyi konuşabiliyorlardı. Çünkü onların ülkesinde eğitim Hollandaca olarak yapılıyordu. İlk yıllar dil sorunlarımız oldu. Okuma ve anlamadan ziyade yazma ve konuşmada sorunlar yaşadık.
Hollanda’da seksenli yıllarda atmosfer oldukça dostça ve hoşgörülüydü. Bu ortamda kendimizi pek yabancı hissetmiyorduk. Hollandalılarla ilişkiler sınırlıydı, iş ve okul ortamında yüz yüze ilişkiler içindeydik. Biz Türkiyeliler çok fazla kendi içimize kapanıyorduk ve bu elbette Hollanda dilini ve kültürünü kavramada zorluklar çıkarıyordu.
Dil öğrenimi ve okuldaki dersler sırasında erken keşfettiğim bir şey vardı. O da bizde olduğu gibi eğitim hoca/öğretmen merkezli değildi. Öğrencilerden çok okuma ve tartışmalara katılım bekleniyordu. Sadece oturup ders dinleyen öğrenci iyi bir öğrenci değildi. Bunu kavradıktan sonra derslerde aktif olmaya başladım.
Akademideki eğitim ile üniversitedeki eğitim birbirinden oldukça farklıdır. Ben sosyal hizmet bölümünü bitirdikten sonra üniversitede sosyoloji ve daha sonra da kültürel antropoloji okumaya yöneldim. Burs alma imkânım olduğu için, çalışmayı çoktan bırakmıştım. Sadece okulla ilgileniyor ve büyük bir merakla okuyor ve okuyordum. Akademide pratiğe yönelik bir meslek eğitimi verilirken, üniversitede teorik ve bilimsel bir eğitim verilmektedir. Yine akademide daha samimi ilişkiler varken, üniversitede bireycil tutumlar ve rekabet atmosfere hâkimdir. Hiç kimse size ders notu falan vermez, bazı ticari kafalı öğrenciler ders notlarını parayla satarlar.
Bazı zorluklarla birlikte çok keyifli bir akademi ve üniversite hayatım oldu. Üniversiteye giderken evlendim ve çocuk sahibi oldum. Yemek ve benzer sorunlarım olmadı. Evli olmanın avantajlarını kullandım. Şimdi Türkiye’de gençlerin geç evlendiklerinden yakınıyoruz. Ben kendi tecrübemden hareketle gençlerin üniversite eğitimi sırasında evlenmelerinin çok isabetli olacağını düşünüyorum. Burs alarak birlikte bir ev tutup yaşayabilirler ve birbirlerine destek olabilirler.
Neden orada kalmak yerine Türkiye’ye geldiniz? Dönüşünüzün muhasebesini yapsanız ne dersiniz?
Benim Hollanda’ya giderken gelecek tasarım şuydu: Gitmek ve bir daha geri dönmemek. Neredeyse 26 yıl kaldığım süre içinde de hep böyle düşündüm. Fakat hayat tekdüze yürümüyor. Seksenli ve hatta doksanlı yıllarda Hollanda bizim açımızdan gayet iyi bir atmosfere sahip iken, 2000’li yıllara çok kötü bir şekilde girdik. 11 Eylül olayı her şeyi değiştirdi. O zaman “toplumun sertleşmesi” denilen bir olay yaşamaya başladık. Eski hoşgörü ve dostluk ortadan kalktı. Bize bakışlar değişti. Deyim yerinde ise birden “potansiyel” bir terörist olarak algılanmaya başladık. Uyum sağlamak için harcadığımız onca emek birden yok olup gitmişti. İslam karşıtlığı ve saldırılar bu yıllarda başladı. Aşırı sağ ve ırkçı partiler kendilerine toplumsal bir destek buldu. Her gün İslam ve Müslümanlar tartışılmaya başlandı. Medya büyük bir reyting malzemesi bulmuştu. İslam konusunda ne yazsanız ilgi görüyordu.
Tüm bu gelişmelerle birlikte Türkiye’de yeni bir dönem başlamıştı. Yeni üniversiteler açılıyordu. Kendi ülkemizde de çalışma imkânları olur kanaatiyle 2005 yılının yaz ayında Türkiye’ye dönüş yaptık. İlk iki yıl yaşadığım tecrübe tam bir felaketti. Etrafımızdaki arkadaşlar ve tanıdıklar sürekli olarak “Neden geri dönüş yaptınız?” diye soruyorlardı. Avrupa’da yaşadığımız süreçlerin tamamen dışında olan bu insanlara bazı şeyleri anlatmak kolay değildi. Onlar hâlâ kafalarında “eski” Avrupa ile yaşıyorlardı. “Yeni” Avrupa’nın ne menem bir şey olduğunu bilmiyorlardı.
Çocuklar hep tatil dönemlerinde Türkiye’yi görmüş ve tecrübe etmişlerdi. Dönüşümüzün üzerinden 6 ay geçtikten sonra Türkiye gerçekleriyle yüzleşmeye başladılar. Ankara’da özel bir okulda ne kadar zorlandıklarını biliyorum. Kızım bir gün okuldan kaçtı ve gün boyunca nerede olduğunu aradık.
İki yıl kadar üniversitelerde iş arayışlarım hep hayal kırıklığıyla sonuçlandı. Benim gibi kişilere ihtiyaç olduğu vurgulanıyor ama bir türlü bir gelişme olmuyordu. Bu süreçte bölüm başkanları ve dekanların tamamen yetkisiz ve sorumluluk almak istemeyen kişilerden oluştuğunu gördüm. Üniversiteler tamamen kapalı bir sisteme sahipti. Hiçbir yazınıza cevap verilmiyor ve görüşme kabul edilmiyordu. Necdet Sezer’in atadığı rektörlerle görüşmek mümkün değildi. Aracı adamlar bulmak gerekiyormuş. Bir iki rektörle yüz yüze görüştüm. Konya Selçuk Üniversitesi rektörüyle görüştüğümde adam bana tuhaf tuhaf sorular sordu. Bir tarikata üye olup olmadığımdan eşimin başörtülü olup olmadığına kadar tümüyle özel yaşama ait sorular… İş görüşmelerinde Avrupa’da bu tür sorular sorulmaz ve nezaketsizlik olarak görülür. Bize iş görüşmelerinde bu tür soruların cevaplandırılmaması gerektiği öğretilmişti.
Görüştüğüm bir başka rektör, Niğde Üniversitesi rektörüydü. Adam benim özgeçmiş bilgilerinde Hacıbektaş doğumlu olduğumu görünce, Bektaşi olup olmadığımı sordu ve yaklaşık yarım saat Alevilik muhabbeti yaptık. Sanki aynı kaynaktan derlenmiş anket sorusu gibi burada da eşimin başörtülü olup olmadığı soruldu. Bugünlerde Ak Parti’nin ikinci dönemi başlamıştı ve adam üniversitede başörtüsüyle mücadele edip etmeyeceğimi soruyordu bana.
Bu tür rezaletleri ve sözde iktidarın sorumsuz kadrolarını tanıdıkça, elbette geri dönüş yapmakla iyi bir şey yapıp yapmadığımı kendime sormaya başladım. Zihnim tam bu sorularla meşgul iken bir gün evimde sabit telefon çaldı ve yüksek makamlardan bir zat benimle görüşme yapmak istediğini söyledi. Hadi biraz daha net olayım. Akademisyen kökenli eski bir bakan. Ama kendisini hiç tanımıyorum ve hiç ilişkimiz olmamıştı. Danışmanı benden bahsetmiş. Neyse kısa geçelim. Bu kişinin aracılığı ve referansıyla Balıkesir Üniversitesi’ne başladım.
İki yıl kadar ben onlarca üniversiteyi boşuna dolaşmışım. Meğerse Türkiye’de işler farklı görülüyormuş. Bunu bir uyum problemi olarak da görebilirsiniz, ülkenin yapısal özelliğini gösteren bir ipucu olarak da değerlendirebilirsiniz.
Bir “melezleşme” etkisi yaşadınız mı? Bu etkinin olumluluğundan söz edilebilir mi?
Şüphesiz! Ben kendimi tipik bir Türk ya da Türkiyeli olarak görmüyorum. Ama şunun da farkındayım: Giderek Türkleşiyorum. Hollanda’dan geldiğimde ilk farkına vardığım şey, benim buraya ait olmayışımdı. Hiçbir aidiyet kuramıyordum. Türkçe konuşan bir yabancı gibiydim. Uzun yıllar bu duyguyla yaşadım. Yurt dışında kendimi ciddi ciddi “Türk” olarak görürken Türkiye’de hiç de öyle olmadığımı farketmem acı ve tuhaf bir duyguydu. Kendimi daha çok “Avrupalı Türk” olarak görüyordum. Hatta kendimi bazen bu şekilde nitelemem, tamamen yanlış anlaşılmalara sebep oldu. Türklüğünü beğenmeyen yabancılaşmış bir zavallı olarak algılandım! Oysa benim tam da bu tip Türk aydınlarına karşı, oldum olası bir gıcıklığım vardı. Şimdi bu şekilde algılanmam bana daha fazla acı veriyordu.
Her ne olursa olsun şu bir gerçek: Ben biraz Türk, biraz Avrupalı, biraz da dünya vatandaşıyım. “Vatandaş” demişken, Hollanda’dan gelirken Hollanda vatandaşlığımı geri verdim. Bu benim için şu demekti: Gemileri yaktım, geriye dönüş olmayacaktır!
Melezlik ya da melezleşme, giderek dünyanın kaderi olacaktır. Belki bu anlamda biz göçmenler küresel dünyanın ilk öncüleriyiz. Melezleşme insan hayatında ikilemler yaratsa da genelde olumlu bir süreç çünkü karmaşık ve paradoksal düşünmeyi öğretiyor, sizi verili dünya karşısında eleştirel kılıyor. Hem kendinize hem başkasına karşı eleştirel olabiliyorsunuz. Bir ülkeyi baz alıp diğerini, diğer ülkeyi baz alıp kendinizi değerlendirebiliyorsunuz. Kritik kelimesi, kriter’den geliyor. Eğer bir kriteriniz varsa, buna göre değerlendirme yapabilirsiniz; kriteriniz yoksa eleştiri de yapamazsınız.
Avrupa Türkleri, Müslümanlar ve İslamofobi -ki bu konuda çalışmalarınız da var- çözümlemeniz ne? Özellikle Avrupa’ya sürmekte olan göçün mahiyeti ve maliyeti neler?
Avrupa’ya göç ve Avrupa Türkleri olgusu yepyeni bir tecrübe. Bu Türkiye’nin Batılılaşma çabasından farklı bir şey. Burada doğrudan Batı’yla temas, yüz yüze ilişkiler var ve uzun süreli olarak Batı’yı gözlemleme imkânınız var. Değişen konjonktüre bağlı olarak neyin o dünyanın yapısal bir öğesi olduğunu ya da olmadığını görebiliyorsunuz. Hoşgörü, daha doğrusu tolerans, Avrupa’nın bir özelliğidir. Protestanlık ortaya çıktıktan sonra başlayan din kavgalarının bir sonucu olarak gelişip serpilmiştir. Başlangıçta farklı olana sabretmek anlamında kullanılmış, sonra gerçekten de hoşgörü anlamına kavuşmuştur. Ama hiç unutmamamız gereken bir nokta, bu hoşgörü Avrupa’nın kendi iç ilişkilerinde geçerli olan bir koddur. Bu kod, yerli-yabancı ilişkilerinde kendini göstermiyor. Sadece sabretmek anlamıyla sınırlı kalıyor. Özellikle kriz dönemlerinde hızla düşmanlığa evriliyor.
Avrupa Türkleri üzerinden Avrupa’yı okuma imkânımız olduğu gibi, Avrupa’ya ne kadar uyum sağlayıp sağlamayacağımızı da okuyabiliriz. Her iki yönüyle de sosyal bilimler açısından ilginç bir deneyimle karşı karşıya bulunuyoruz.
Avrupa’da İslam, hâlâ bir yabancı dindir. Bu zaman zaman da tartışma konusu oluyor. Endülüs tecrübesinden bu yana İslam Avrupalı bir din olmasına rağmen bu gerçek gözardı ediliyor. Tarihsel olarak Balkanlarda milyonlarca Müslüman yaşamasına rağmen Avrupa bunu görmüyor ve Bosna’nın bir Müslüman devlet olabilme ihtimalini hep dışarda tutmuştur.
İslam karşıtlığı, modern anlamda göç tarihiyle birlikte kavranması gereken bir olgudur. Başlangıcı İran İslam Devrimi’ne kadar gidiyor. Önce “anti-İslamizm” ve kara propaganda olarak başlıyor. Oryantalistler başrolü oynuyor. Devrim sonrası seksenli yıllar tam da göçmenlerin kalıcı ve yerleşik yaşama geçtikleri bir döneme rastlıyor. Bu iki olgu İslam’ı aktüel anlamda Avrupa gündemine taşıyor. Fransa’da başörtüsü krizi ve Salman Rüşdi’nin kitabına tepkiler kamusal hayatta dinin rolünü tartışmaya açıyor.
Soğuk Savaş’ın bitmesi ikinci kırılma noktasıdır. Kızıl tehlikenin yerine Yeşil tehlike geçiriliyor. Soğuk Savaş dönemine özgü kurumlar yeni bir tehlikeye işaret ederek varlıklarını sürdürmeye ve meşru kılmaya çalışıyorlar. Derken “Medeniyetler Kavgası” teorisi ortaya atılıyor.
11 Eylül (2001), kıyametin koptuğu ve İslam karşıtlığının sosyolojik bir zemine kavuştuğu üçüncü kırılma noktasıdır. Daha önce kültür ve siyaset seçkinlerinin söylemi olan İslam karşıtlığı, geniş kitlelerde yankı bulmuş ve bu andan itibaren toplumsal bir sorun olarak tezahür etmiştir. Bu dönemde üç gelişme üst üste binecektir. 1) Müslüman kişi ve kurumlara saldırılar; 2) Aşırı sağ ve ırkçı partilerin yükselmesi ve 3) Yerleşik saygın partilerin de popülist söylemlere yönelmesi.
En önemlisi, ana akım partilerin aşırı sağa kayan seçmenlerini kendi tabanında tutmak için popülizm yapmaya başlamasıdır. Bununla, geçmişte aşırı sağa karşı uyguladıkları “ortak cephe” politikası çökmüş ve Avrupa kendi iç tutarlılığını yitirmiştir.
Aşırı sağ ve popülist partilerin en önemli meselesi, göç ve göçmenliktir. Öteden beri göç alan Avrupa ülkelerinin bu politikalarını eleştirmekte haklı olsalar bile, bu işi yabancı düşmanlığı ve İslam karşıtlığına dönüştürmeleri toplumda gerilimler yaratmaktadır. Avrupa’da siyaset 11 Eylül’den sonra bu gerilimler üzerine inşa edilmiştir. Tüm partiler az ya da çok göç hareketlerine karşı bir konumda yer alıyorlar. Şunu kabul etmek gerekir: Avrupa ülkeleri göçe doymuştur. Bazı büyük şehirlerde yerli ve yabancı oranı yarı yarıyadır. Eğer bu tür bir gelişme bizim büyük kentlerimizde olsa savaş çıkar!