Bugün farklı bir yazı:
Üç aylardayız ya…
Üç aylar bir iç muhasebe mevsimidir ya…
“Hesaba çekilmeden önce kendinizi hesaba çekin” denilmiş ya.
“Gelin kendimizi hesaba çekelim” dendiğinde acaba neler görürüz?
Gençlerde dindarlık azalıyor gibi şeyler konuşuluyor ya.
Acaba gençlerin dindarlıklarının azalmasında büyüklerin, ileri yaşlardaki insanların, babaların - annelerin, rol modellerinin, mesela din adamlarının, dini temsil rolünde olanların payına baksak ne görürüz?
İmam Hatip’te bir Kur’an hocası ya da herhangi bir orta dereceli okuldaki Din Kültürü hocası bir gencin hatasından dolayı tüm sınıfı sıra dayağından geçiriyorsa alın size gençlerin inanç dünyasında bir çentik.
Bir arkadaşım anlatmıştı. “Babam, demişti, beni İmam Hatibe gönderdi ki dinimi - diyanetimi öğreneyim. Gittim İmam Hatibe ama gençlik bu ya namazlarım aksıyor. Babam beni namaz kılarken görmüyor. Bir gün dedi bana: Oğlum biz seni İmam Hatibe dinini – diyanetini öğrenesin diye gönderdik. Dinin - diyanetin içinde namaz da var. Ama görüyorum ki sen namaz kılmıyorsun. Bizim görmediğimiz yerde kılıyorsan ne âlâ. Ama namaz kılmıyorsan bu işin sırrını bize de öğret. Bunca yıldır namaz kılıyoruz, eğer sen İmam Hatipte namaz kılmadan da Müslümanlığın olduğunu öğrendiysen bize de anlat da bilelim” demiş.
Şimdi doğrusu gençler büyüklere bakıyor. Dindar görünüm sergileyenlerine, dini görünümden saygınlık üretenlerine daha çok bakıyor. Onların açık bir adaletsizliğini, haksızlığını, kul hakkı yediğini, harama el uzattığını, yolsuzluk yaptığını, evde anneyi dövdüğünü, kaba saba davrandığını, kardeşler arasında ayrım yaptığını, amirse zulmettiğini, namaz kılan hakimse – savcı ise, küçük hesaplar içinde kararlarının çarpıldığını görüyorsa….
İki şey düşünür:
-Ya bunlar gerçekten inanmıyor. Mesela Allah’ın onları her yerde gördüğüne, ne söylüyorlarsa işittiğine, her yerde hâzır ve nâzır olduğuna, hatta içten geçenleri bildiğine, yani dinin ıstılahınca “Allah”a”, inanmıyor. Onun için kalplere hakim olmak gerektiğine inanmıyor. “Görülmez canım, işitilmez, bir yerlere kaydedilmez” diyor. Sonra bir başka dünya olduğuna, dünyada yapıp edilenler birileri tarafından görülmediği için, kayda geçmediği için dünyada cezasız kalıyorsa orada hesaba çekileceğine, üstelik oradaki hesabın bütün bir ebediyet hayatını etkileyeceğine…. Yani dinin ıstılahınca “Ahiret”e inanmıyor. Böyle düşünecek genç. İnansa, gerçekten inansa bunları yapmaz herhalde, diyecek.
-Ya da hem inanıp hem de bunları yapmak mümkün demek ki, diyecek. Din ile ilişki böyle de olabilirmiş diyecek.
-Ya da şöyle düşünecek. Bunlar samimi değil. Açıkça dini kullanıyorlar, ama ona gerçekten inanmıyorlar. İnançları hayatlarına yansımıyor. Dine yalan söylüyorlar. Daha kötüsü Allah’ı aldatacaklarını zannediyorlar. Buralardan da inanç zaafına sürüklenecek.
Muhasebe nasıl bir şey biliyor musunuz? Hani bir film vardı: 12 Kızgın Adam isimli. Cinayet işlediği farz edilen bir kişinin elektrikli sandalyede infazına karar verecek olan 12 jüri üyesinin karara gitme sürecini anlatıyordu. Bir olayı irdelerken herkesin dünyasının nasıl farklılaştığını gösteriyor senaryo. Bir insanı yargılayacaksınız ve kendi dünyalarınız en girift biçimde işin içine giriyor.
Kendine bakmak böyle işte. Hayatın içinde kendine bakmak. İç dünyaların nasıl gel-gitler yaşadığının farkında olmak.
Bir yemek yarışması var. Gelinlerin yarıştığı, kaynanaların not verdiği, sonunda kazananın 10 bin lira ile ödüllendirildiği bir program. Kayınvalideler genelde ileri yaşlarda insanlar. Görünümlerine baktığınızda normal Anadolu insanları bunlar. Yemekler yeniyor, sonra not veriliyor. Her kayınvalide sonunda 10 bin lirayı kendi gelininin kazanmasını istiyor ya, “strateji” uyguluyor. Rakip gelinlere üç - dört veriyor, kendi gelinine ise daha yüksek puanlar verilmesini bekliyor. Yemekleri afiyetle yiyor, sonra da puanlamaya sıra geldiğinde “üç” diyor. Kimi “üç”ü yazmasını bilmiyor, üç tane çizik çekiyor. Sonra başta programı yöneten kişi olmak üzere, gelinden, gelini yarışan kayınvalideden “hayretler” başlıyor. “Olur mu böyle adaletsizlik, her şeyi afiyetle yediniz, şimdi de hakkımı yiyorsunuz. Bu nasıl adalet?. Vicdanınız nerede? Bu gece nasıl rahat uyuyacaksınız?” Puan veren de yüzünü karartıyor ve “Uyurum ne olacak ki” diyor.
Sevgili halkımızdan bir manzara. Küçük çıkarlar söz konusu olduğunda vicdanlar böyle konuşuyor sevgili halkımızın nezdinde?
Gençler büyüklerin adaletini görüyor. Büyüklerin inanç yapıları ile adaletleri arasında bir irtibat kopukluğu olduğunu düşünüyor. Büyükler hiç ölmeyecekler, hiç Allah’ın huzuruna çıkmayacaklar, orada adalet terazisi kurulmayacak, mahşer diye bir şey varsa bile çoook çok uzakta. O zamana kadar kim öle kim kala, değil mi ya!?
Gençler ne yapsın bu büyükleri?
Üç Aylar bir hayat sorgulamasının gerçekleşmesine zemin hazırlar mı?
Gençler ya büyüklere baktığında “Bunların bir bildiği olmalı ki böyle davranıyorlar” diyecekler, dindarlık bir “rol”e dönüşecek, ya da “Büyükler”i Allah’a havale edecekler. Hangisi iyi “Büyükler” için?